26 May 2009

Kadından Kentler

Sabah başlayıp akşam 100 sayfasını devirdiğim Kadından Kentler'de, İzmir'den Trabzon'a, Amasya'dan Bursa'ya kent kent kadınlarla dolaşıyor Murathan Mungan.
Tıpkı bir kadının hassasiyetiyle her ayrıntıyı tek tek kağıda dökmüş Murathan (Pek sevgili A. annesi Z.nin bütün bu meşhur yazarlara Murathan, Ahmet, İnci deyişini anlatır sık sık ben de ona öykünerek yazıyorum şimdi Murathan diye...). Okurken gözyaşlarımı tutamadım / tutamıyorum. Akması gerekiyor zira bütün bu gözyaşlarının, bütün biriktirdiklerimi dışavurmanın, hafiflemenin en basit, en zararsız yolu bu çünkü...
Yürüyüşler yetmediğine göre artık, tatilin vakti gelmiş demektir, içinde düşüncelerin olmadığı gevşek zamanlaradır özlem. Kelimelerin anlamlarını kaybettiği zamanlar yorgunluğun göstergesidir ve ne olursa olsun dinlenmek lazımdır.
Haydi günler geçsin ve gidelim uzaklara...

23 May 2009

Bugün orda da cumartesi mi?

Bira nasıl kokar bilir misiniz?

Peki ya dostluk?

Sevgi nasıl kokar?

Alışkanlık?



Yavaş yavaş, emek vererek, ilmek ilmek örmek nasıl bir keyiftir, nasıldır sanki bir çocuğun dünyaya gelişini izlemek gibi verdiklerinin karşılığını aldığını görmek?

Bir sürü koşturmacanın içinde o haleyi hissetmek, bazen zorda bıraksa da insanı, sevdiklerinin seni koydukları yeri görmek, hissetmek; ne keyiftir...

Zambak kokusu dolduruyor odayı baygın. Masanın üstünde iki kitap, biri Murathan Mungan, öteki Jostein Gaarder. Koca bir bardak su yanı başımda radyoda İrem çalıyor, - hala şarkı söylüyor mu yoksa kayıp mı oldu? bilmiyorum. - sağda F.'nin çevrimiçi olduğunu görüyorum. İki sataşmasam olmaz, seviyorum çocukları, onlar ne denli sevdiklerimi bilmiyorlar, önemsemiyorum. küçük bir kalp çarpıntısı görüyorum, gülümsüyorum, ukalalık taslıyorum kendisine, anlıyor, gülerek cevap veriyor bana.


Hafifleme, gülümseme, tatlı bir yorgunluk, bir kaç plan, bir kaç heves, bir kaç umut...
Yaz yüzünü göstermeye başladı galiba, belki de bugün Cumartesi'dir, tıpkı dün olduğu gibi...

18 May 2009

Bir hale var, arada görünüp kaybolan...

Orada olduğunu çoğu zaman unuttuğum koskocaman bir hale var çepeçevre beni saran. 
Işık dolu, içten, gülen gözler var... 
Kendinden önce beni düşünen, bütün "boş"luklarıma hiç renk vermeden katlananlar var...
Dara düştüğünde ilk beni aklına getiren var; sonsuz güvenen, güvenilen...
Neşesini bana akıtmaya çalışanlar var, her koşulda seven, destekleyen, moral veren, yanımda olan...
En sevinçli haberini ilk benimle paylaşan var, bunun da beni ne denli mutlu edeceğini bilerek / düşünerek...
Aklındaki düğümleri çözmek için anlatan var, ne özel olduğumu düşündüren...
"Bir yemek yiyelim, özledim" diyerek mutlu eden var...
Beni dans gösterisine çağıran, ilk aşklar serisini anlatan Ç. var bir de, hareketlerle alfabeyi yeniden yazan...
Hiç kimse olmasa yanımda olanlarım, ailem var...
Koskoca bir hale var etrafımda beni çepeçevre, kat be kat saran...

Yoklar yok mu? 
Çok. 
Ama onları saymaya değmez. 
Varlar varken, yoklarla vakit kaybetmeye değmez. 
Ne zaman yoklar gelse aklıma, varları saymaya başladım artık.
O güveni, korunaklı sığınağı...

En sevdiklerimizin koşulsuz mutluluğunu istediğimiz o haller vardır ya, ben o zamanlar kalpten geçenlerin olacağına çok inanırım, dün de öyle bir akşamdı. Dileğim sonucuna erer umarım. O zaman "oldu" diyeceğim, "iki"....

14 May 2009

İçime çöreklenmiş bir yılan var...

"Sus" diyorum, "tıslama". Susmuyor.
"Dur" diyorum, "akıtma içime zehrini". Durmuyor.
Sonra an geliyor, biri bir şey diyor mesela, kayboluyor yılan. Unutuyorum onu da, içime kustuğu zehri de... Küçük bir gülüşle içim ısınıyor, ben de gülüyorum. Sonra sokakta yürürken anlatılanları hatırlayıp gülümsüyorum bir daha.
Sonra, bir güzel yüz görüyorum bir resme bakarken, sevdiğim bir yüz, gülümsüyorum. Yılan susuyor. "Gitti" diyorum "bu kez, bitti. Sustu." Ama çok geçmiyor, bir şarkı çalıyor misal, bir yazı okuyorum ya da, işte yine başlıyor o yılan tıslamaya.
"Bu kez son" diyorum, "bu kez son, kesin kararlıyım" diyorum. Bunu söyleyenleri çok gördük diyor D. başkalarına değil sadece ona yakışan o sahte sarışın haliyle, gülümseyerek... "Bu sefer son, başaracağım" diyorum. "Umarım" diyor. Ona saçlarının ne çok yakıştığını düşündüğümü, tuhaf bir şekilde kendisini çok sevdiğimi, çok umut dolu göründüğünü henüz söylemedim, bilmiyor. 
Ne başka bir dünyayı yaşıyorum, kısa da sürse, ne kadar farklı gülüşlerle "çocuklar gibi" şen oluyorum. Özlediğim bu mu diye soruyorum kendime? Yorgunum büyük olmaktan. 
Birbirine ulu orta samimiyet sınırlarını aşan - ama yapmacıksızlığından hiç de batmayan - sorular soran o çocuklara bakıyorum. "Yok" diyorum. Bir daha olmaz...

Hava ısındı iyice, Mayıs sanki benim için çiçeklenmiş... "İçindeki yılanı at" diyor. "Fırlat, savur uzaklara. At gitsin!" Denemek gerek. Tıpkı geçen günkü o bembeyaz sayfa tesellisi gibi. Bilgisayarımı kurtarmak için fazla mesailer harcadı N. ve kayıp sandıklarımızı bulunca o sevinç ikimizin gözünde de parladı birden... Yalnız sevinmediğime de sevindim. N.  de benimle sevindi diye, onun için de sevindim. İnsanların sevinmesine sevinmek ayrı bir ruhsal bozukluk olabilir, araştırmalı...

Üç sınav, iki yazı var beni bekleyen... İşle ilgili şeyleri işte bıraktığımdan saymıyorum artık. Dün bir kaç kişiyle paylaştım geleceğe dair düşüncelerimi, hepsi cesaretlendirdi beni. Niye onlarla paylaştım? Bilemedim. İnsanlara kanım nasıl kaynıyor, bu bedene bu kadar insanın sevgisi nasıl sığıyor? Bilmiyorum. Kalori cetvelleriyle yemek mücadelesi nasıl yapılır, küçüklerden öğreniyorum. Ama hafta sonu ne giyeceğimi kimse söylemiyor...
Bu kadar yazdım, amma bitirmek istemiyorum hiç. Bolahenk çalıyor, Aşk Bir Rüya. Neyi sevdiğimi bilmeden seviyorum bu adamların müziklerini. Albüm kapaklarını, müziklerini, seslerini...
Mevsim yaza döndü. İncelikli insanları seviyorum. Varlıkları hayata umudumu artırıyor ama bir yandan da umutsuzluğumu...
Yok yazmadan olmayacak, yazıyorum, belki de kurtuluyorum:

- Milyon Kere Ayten -
Ben bir Ayten'dir tutturmuşum 
oh ne iyi Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel 
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin 
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor 
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum 
Ayten üstüne 
Saatim her zaman Ayten'e beş var 
Ya da Ayten'i beş geçiyor 
Ne yana baksam gördüğüm o 
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor 
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz 
Günlerden Aytenertesidir 
Odur gün gün beni yaşatan 
Onun kokusu sarmıştır sokakları 
Onun gözleridir şafakta gördüğüm 
Akşam kızıllığında onun dudakları 
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim 
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz 
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li İki laf ederiz 
Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok 
Ayten'i size bırakmam 
Alın tek kat elbisemi size vereyim 
Cebimde bir on liram var 
Onu da alın gerekirse 
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem 
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar 
Parasızlık da bir şey mi Ölüm bile kötü değil 
Aytensizlik kadar 
Ona uğramayan gemiler batsın 
Ondan geçmeyen trenler devrilsin 
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin 
Kapansın onu görmeyen gözler 
Onu övmeyen diller kurusun 
İki kere iki dört elde var Ayten 
Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun 


- Ümit Yaşar Oğuzcan -

12 May 2009

ve dediği gibi Onat Kutlar'ın:

"Ne kaldı,
Ne kaldı bizden geriye?"

Akıp gidiyor su gibi ömrüm...

Dünden beri sıkça düşündüğüm cümle bu.
Oysaki dün sabah köprüden atlayıp intihar edenleri düşünüyordum. (Bir de bu kısaltmaları kim kullanıyor diye düşünmüştüm, şimdi hatırladım: "Gossip Girl", xo xo. ) Bir türlü yazamadığım o intihar öyküsü üzerine G.'nin anlattığı o intihar vakasının üstüne aklıma bir kaç dize düşmüştü, ben ölsem nasıl ölürdüm diye...
"Tutsam ellerini Pia'nın,
Ölsem eksiksiz ölürdüm" 
der ya Attila İlhan, eksiksiz ölmek isterim ben de pek çokları gibi, yetecek miyim, bilmem?
Sonra yol bitti işe getirdi beni servis pek çok sabahları olduğu gibi haftanın, yine aynı koridoru yürüdüm, camdan dışarı baktım görmek istediklerimi görür müyüm diye? Sonra merdivenleri tırmandım. Sonra gün akşam oldu eve gittim. 
Arkadaşlar geldiler bilgisayarım iflah olacak mı diye gözünün içine baktım N.'in... Ortadan kaybolan klasörleri gördüm - yani göremedim aslında artık ortada olmadıklarını düşünürsek. 
Sonra kaybolanları düşündüm. Yazıları, resimleri, mektupları... Hem kendimle hem başkalarıyla hesaplaş(ama)malarım, anılarım, üzüntülerim, sıkıntılarım, telaşlarım, heyecanlarım, sevgilerim... Hepsinin kaybolması neyi işaret ediyor diye düşündüm. Bir daha benim olmayacak olan kayıplarımı unutmanın belki de pek çok şeye keskin ve tereddütsüz bir çizgi çekme gerekliliğinin işareti miydi? Yeni yazılarda yeni umutlar, yeni heyecanlar olsun diye baştan başlamak gerekiyordu belki de...
Ama öte yandan derinlerde bir yerlerim o kayıplara sızlıyor biliyorum. Her ne kadar zaman geçerse geçsin üstünden, 22. yaşgünü hediyemin kaybolduğuna - hiç yayınlanmamış yıllık yazılarına, bitmeyen hesaplara ve sahibine verilmemiş o mektuplara üzülmekten kendimi alamayacağımı biliyorum. Tıpkı o küçük melek kaybolduğunda üzüldüğüm ve Ali Sami Yen Stadı'nın önündeki kaldırımda her yürüdüğümde onu hatırladığım gibi, bunları hep hatırlayacağımı biliyorum, yitirilmiş anılar olarak...
Uçup giden anılarım için ilan vermeye karar verdik: "acı kaybımız, my documents".

4 May 2009

Aylarin en guzeli...

"Bugün ne kadar mükemmelsin?"
İlahi sorunun bu olduğunu söyledi F. ve aslında haklı sanırım. 
Mevlana'nın dediği gibi, insanlar sana kıymet vermiyor diye, sen kıymetsiz olacak değilsin ki!
"Bak... Bil ki domuzların önüne inciler serilmez, 
Mücevherden sarraflar anlar ancak, başkası bilmez. 
Ne fark eder ki kör insan için, elmas da bir cam da, 
Sana bakan bir kör ise, sakın kendini camdan sanma."
der Mevlana, ki ben bunu A.'ye son yazdığım e-postalardan birinde göndermiştim, ikimize de moral olsun diye... Ve şu sıra bana oluyor, hem de çok oluyor :)
Ayların en güzeline, en sevdiğime girdik. Hayat Bilgisi kitaplarından çayır çimende kuzularla oynayan çocuklarla resmedilen Mayıs ayına. Hızlı ve eğlenceli bir giriş yaptım ben Mayıs'a, uzun zamandır tanışmak istediğim arkadaşlarla tanıştım, uzun zamandır görmediğim dostlarla görüştüm. Uzun zamandır gülmediğim kadar güldüm, uzun zamandır olmadığım kadar düşüncesiz ve şen oldum.
Çimlerde koştum, yağmurda ıslandım, dart oynadım, vara yoğa küfrettim, her şeyle dalga geçtim, TV izlemedim, haberleri dinlemedim, gazetelerin hafta sonu eklerini okudum yalnızca... Fütursuzca yedim, içtim, uyudum. Ne zamandır gitmek istediğim yerlere gittim, fotoğraflar çektim, güldüm, güldüm, güldüm. 5 - 6 yıl sonra doğmuş olsaydım dedim, ya da başkaları 5 - 6 yıl önce doğsaydı. Gökyüzü güzeldi, oturdum bulutlara baktım... Sonra döndüm şehr-i İstanbul'a.
Sevdiceğim dostlarımı gördüm, tanıdık huysuzluklarını anlatmalarını dinledim gülümseyerek, bilinmenin - anlaşılmanın rahatlığındaydık hepimiz. Herkes söyledi aklından geçeni, kimse gönül koymadı, kimse kırılmadı. Güldük... Yürüdük...
Sonra sevdiğim bir çocuğu mutlu ettim, sonra bir başkasının benim yüzümden gülümsediğini fark ettim, bir başkasının benim için endişelendiğini, beni ne çok önemsediğini okudum satırların arasından, kendisinden...
Sonra tatlı bir uyku beni kollarına aldı.
Geldi aylarin en güzeli... Hoş geldi!