30 Mar 2010

Öfke baldan tatlı...

Ben mi sinirliyim, ben mi öfkeli?
Yoksa insanlar istedikleri zaman bal gibi çifte standart yapıyor da ona mı bozuluyorum? Harcanan emeğe saygısızlık mı, yoksa itiraf edilemeyen duyguların esiri olunup yapılan düşüncesizlikler mi bunlar? Ya ben hangisine daha çok bozuluyorum bunların?
Başka zaman bulunamayan "zaman" nazik durumlardaki "özel" insanlar için bulunuyor, üstüne üstlük de bunun için bile benden yardım isteniyorken sinirlendiğimde bunun adı trip oluyor. Varsın olsun azizim!
Bunca senelik hayatımda olup olduğum "çok iyi" sıfatından öte geçmedi. Netice, sıfır civarında seyreyleyen bir hayat grafiği... İyi desen değil, kötü desen değil. Demek ki "çok iyi" olmak, isteklerime ulaştıracak sihirli anahtarım değil benim. Demek ki başka bir yol öğrenmeli ve artık onu denemeliyim. Mayıs hızla göz kırparken ve koşar adım yaklaşırken yeni yaşıma, bir seneye daha böyle girmemeliyim artık.
Bir dönüm noktası olmalı hayatımın ve tüm bu yıkıntıları, harabeleri ve hatta safraları, bu dönemeçle arkamda bırakmalıyım... Zira artık gözlerim yanıyor, boğazım da... Duman her yeri kapladı, ve ben kendimi bile göremiyorum.
"Öfke baldan tatlı" bugün söylediğini yarın unutursun mu diyeceksiniz? Unutmamak için bir şeyler yapacağım bu kez. Hani eski masallarda, yiğitler uyumamak için ellerini kesip tuz basarlarmış ya kesiğe; tıpkı öyle...
Öfke baldan tatlı belki evet, ama acı da zencefilden beter.
Bir yerden başlamak lazım zencefili tüketmeye, bunun için balla karıştırmak lazım belki. Acıyı tüketmek için öfkeyi kullanmak...
Durmanın faydası yok, yola koyulmalı...

17 Mar 2010

Göğe Bakma Durağı...

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım.

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz.
bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
beni bırak göğe bakalım.

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
seni aldım bu sunturlu yere getirdim
sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım
şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin, bir ellerim yeter belleyelim yetsin
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım.

Turgut Uyar bu şiirle kimleri kimlere tercüme etti bilmem ama bana hep Ayşe'm'i hatırlatır bu şiir.
Ve her daim kocaman bir umut dizeleri dizdikçe gözlerimden bir bir.
"seni aldım bana ayırdım." kıymet vermenin bir telaffuzu da bu olsa gerek. Farid Farjad'ı dinliyorum karmaşık duygularla... Hem hüzün, hem huzur, hem çaresizlik, hem kabullenmişlik. Hem bahar hem güz... Ellerin dert görmesin usta, kemanın hiç susmasın...

12 Mar 2010

bu da mı gol değil?

FB'de bir arkadaşın verdiği bir bağlantıdan izledim yine o mahkeme sahnesini.
"Bu da mı gol değil be? Bu da mı gol değil?"
Bazı şeyler var ki her sefer - kaçıncı sefer olursa olsun - hep aynı hislere yöneltiyor insanı. Her sefer gözümden süzülen bir kaç damla yaş, her sefer geride kalan çocukluğuma gönderiyor beni.
Korkularım var, tuttuğum - kalbimden geçen diyelim - dilekler var, hala gerçekleşmemiş ve yavaş yavaş umudumu kestiğim, derin bir yerlere gömdüğüm - sakladığım dilekler...
Ötelediğim hayaller var, sustuğum öfkeler. Kimselere söylemediğim kıskançlıklar, tereddütler, tedirginlikler... Hayatı mı öteliyorum? Böyle böyle ertelerken her şeyi hayat bitiverecekmiş gibi geliyor bazen, elimde hiç bir şey kalmayacakmış gibi...
Sonunda ben de aynı soruyu mu soracağım acaba: "Bu da mı gol değil? bu da mı?"

8 Mar 2010

Ağlamak güzeldir...

Bazen çok çaresiz oluyor insan, elin kolun bağlı gibi. Hiç bir şey çözülmez sanıyorsun, bütün her şey üstüne geliyor sanki, çıkışı bir türlü bulamıyorsun filan.
Biliyorsun bir yanlışın var, evet, ama herkesin yaptığı onca yanlışa rağmen hayatlarına devam etmeleri o kadar kolay gibi görünürken, herkes öyle tasasız gülerken, her şey sana niye bu kadar ağır geliyor anlamıyorsun.
Keşke, yalnız kalabilsem diyorsun mesela, açtığın her kapının ardında bir insan oluyor. Kimi sana muhtaç, kimi ise öylece orada. Ama senin yalnızlık hakkını bir çırpıda yok ediyorlar işte...
Keşke, işe gitmesem diyorsun misal, katılman gereken en az üç önemli toplantı oluyor. Sanki sensiz hayat devam edemezmiş gibi, bırakıp gidemiyorsun ve devam ediyorsun.
"Keşke her şeyi bırakıp gitsem" diyorsun, ama yapılacak işler, sorumluluklar, sorulacak sorular ve bunların cevapları var, gidemiyorsun.
Daha kötüleri de var, biliyorum diyorsun, biliyorum. Bu da geçecek diyorsun, ama uzuyor, büyüyor, büyüyor, kocaman bir karanlık oturuyor yüreğine... Gece 3.48'de uyanıyorsun her gün, gün ağarana kadar gözünü kırpmadan düşünüyor, çıkış yolunu bulamıyor, yaşlanıyorsun.
Bir ağlasam diyorsun, geceye - gündüze bir ağlasam... Şöyle dizlerimi toplayıp göğsüme çeksen, otursam gözyaşlarım bitene kadar ağlasam, kimse olmasa yanımda bir - iki kişiden başka, onlar da hiç soru sormasa, bitene kadar yanımda dursalar sadece. Ama ağlayamıyorum. Yurttaki odamı bile özler oldum, sanki nefes alamıyorum.
Biliyorum, uyanınca geçecek dediklerimizden değil bu, uyanamıyoruz ve geçmiyor da zaten. Hoş, geçiyor da aslında, ömürle birlikte geçtiğinden çok da faydası olmuyor bu geçişin.
Ağlamak güzeldir biliyorum, ama gel gör ki, onu bile yapamıyorum...