25 Kas 2009

Kırmızı kapaklı SEK süt şişeleri ve çocukluğum...

Çocukluğum bir araya geldi yine, çok sık olmuyor ama, bazen bir araya geliyoruz böyle. Eskileri konuştuk. Reno Cadillac Yarımtampon'u, Texas'ı, 23 bin liralık Anadol'u... Akif Bursa'yı, Melike'yi, Sema'yı, Seray'ı, Ertu'yu, Gökçe'yi, İsmail'i, Şener'i, Önder'i; teravih namazlarını, basketbol maçlarını, hastanenin bahçesini, Cumhuriyet İlk Okulunu, Adnan Baki'yi, Turgut Özal karikatürlerini, din derslerini, okul dedikodularını, o zamanların hayallerini konuştuk. Hiç fotoğraflanmamış o günlerin hatırları bugün gibi aklımızdaydı. Kelimesi kelimesine hatırlanan hikayelerle doluydu çocukluğumuz... Ve büyümenin getirdiği bir bilememezlik, bir huzursuzluk da vardı bir köşede. Sanki arada neler olduğunu öğrenirsek, çözülür dağılır gider sanıyorduk. Eh, biraz dağılmadı da değil hani.
Sonra veda saati geldi, ayrıldık. Evime giden yolda - kendi başıma olmanın, hayaller kurmanın huzuru ile dolu iken - bizim bakkalın kapısının önünde bir kasa SEK süt gördüm, kırmızı kapaklı. Nereden olduğunu bilmesem de bana çocukluğumu hatırlatan o cam süt şişelerini... Çocukluğumdan ayrılmış, çocukluğumun bir hatırasını yakalamıştım kapının önünde. Çocukluğum düşündükçe içimi ısıtan sıcacık bir hatıra, daima yanı başımda duran dostluk. Çocukluğum bir şişe süt, kırmızı kapaklı...

23 Kas 2009

Ben kocaman bir "düş"tüm...

Ben kocaman bir "düş"tüm. Dünya küçüktü. Hayaller büyüktü ama hep. Boyumuzu aşanları vardı, peşinde koşup durduğumuz. Ama belki hayallerimiz boyumuzu aşmasa bir arpa boyundan fazla yol kat edemezdik. Belki bu kocaman "düş"ler bizi mutluluğumuza götürecek adımlardır. Bize büyük gelen bu hayaller aslında yarınların en alışılmış parçalarından olacaklardır. Bugün bunu bilmiyoruz, ama inandığımız - ya da inanmak istediğimiz - bu aslında. Hayallerimizin yarın gerçeklerimizin yanında küçücük, ufacık kalması.
Bazı hayaller vardı ki, bugün gerçekler. Bazı hayaller var bugünümün öylesine sıradan parçaları oldular ki, artık onların bir zamanlar birer hayal olduklarını bile unutuyorum durup düşünmezsem. Bazı hayalleri terk ettim artık - ki onlar zaten "gerçekten" hayaldiler aslında, kim ıssız adalarda geçen bir hayaller dizisi tasarlıyordu ki lost'tan önce? - ve bazı hayallerimi durup durup çıkarıyorum sandıktan. Böyle zamanlarında kendimin, en az iki kişilik konuşmaları seslendiriyorum içimden; bir kendim oluyorum, bir öteki. Sonra hayaller hep mutlu sonla bitiyor. Yani en azından ben istediğimi söylemiş, göreceğimi görmüş, kazanımımı - bir şekilde - edinmiş oluyorum sonunda...
Ve aslında zaten içten, candan, gönülden, derinden sevenlerle dolu bir "düş"teyim her daim. Sabah telefonumu açar açmaz düşen bir sms düşlerden söz edip umut veriyor bana, sonra bir başkası ansızın düşündüğünü - belli etmemeye çalışırken üstelik - açık ediyor, düşlerinin peşinden giden bir diğeri sevincimi artırmak için mi bilmem, "başardığını" paylaşıyor benimle. Diyorum ki her daim, sevenlerle dolu bir "düş"teyim. Uyanmaya gerek yok aslında bu kocaman düşten, ve bu kadar uzun görebildiğim için bu düşü, belki ben de birilerinin düşlerini paylaşmaya - yaratmaya - büyütmeye devam etmeliyim.
Ben kocaman bir "düş"tüm, "düş"lerin bir kısmı gerçeğe "d(ön)üş"tü. Ben (kocaman) bir "düştüm", dizlerim kanadı. Ama kendime "d(ön)üş"tüm. Ben kocaman bir "düş"tüm ve düşlerim birer birer gerçeğe "d(ön)üş"tü...

16 Kas 2009

Bak içime gör beni...

Hepsini yakalayamadım sözlerinin. Ama öyle içten söylüyordu ki Olgun Şimşek, bunun da benim şarkılarımdan - türkülerimden mi demeliyim? - olduğunu anladım ilk seferinde...

Aklım nasıl şaşkın

Sevdam deli taşkın

Sen görmezsin amma,

Narındayım ben aşkın

Bak içime gör beni

Tut elimden yak beni

İstemezsen bu aşkı

Otur baştan yaz beni.

İçimdeki burukluğu yazıya dökemedim. Ama benim yerime dökenler olmuş, dinlemek şansım oldu. Sevgili kardeşim, en değerli dostum, aynadaki yüzüm ve uzağımdan bana bir sevgi bulutu yollayan bir kaç kişi hemen düştü ardına sözlerimin. Diyemedim ki, "ben aslında hep böyleyim" Geçer dedim sadece, "geçer, bu da geçer". Oysa ben, kendi başımda geçmeyen bir hastalık gibiyim bir bakıma. Aşım yok, ilacım yok, iyileşmeyen kronik bir hastalık gibiyim.

Bir kaç dostu dik tutmak misyonu ile çalışmam gerekiyor bir yandan, bir yandan kendimden korumam kendimi. Öte taraftan zaman hızla akıp geçiyor ve ben hayatımın gidişini kontrol edememenin huzursuzluğunu da ekliyorum üstüme.

2009'un bitmesine 1,5 ay kaldı ve bu seneye dair hayallerimin pek çoğu yeni seneye evrilmek durumunda kalacağa benzer. Sonra, bu hesapları yaptıktan sonra yani, yüzüme bir gülümseme oturtup hayata devam etmek zor. Ama zaten, kolay şeyleri sevmem de ben...

Saydam olsak, içimiz görünürdü de, o zaman belki de daha zor olurdu hayat. Şimdi en azından kimse kimseyi görmüyor içimden...

8 Kas 2009

Mecnun'um Leyla'm'ı gördüm...

Mardin büyülü bir şehir... Evler sağır, evler dilsiz, evler kör çünkü.
Ama çocuklar... Tüm o dilsizliğe, sağırlığa rağmen; çocuklar capcanlı. Hayat çocuklarda çağlıyor. Tüm o var olmayış, o hayatı sanki inkar ediş ve dünyaya sırt çevirme çocuklarda yırtılıyor, deliniyor. Ayrılıyor bir bir.
Kiliselerde gizleniyor hayat. İnadına bir duruşla hayat atardamarlarda dolaşan kan gibi yürüyor kiliselerde. Direnerek değil, saygıyla, tevazuyla, inançla... Akıyor hayat. Her zaman yaptığı gibi. Herkese ve her şeye rağmen. İnancın büyüsü sarıyor insanı. Sanki o kadar inanabilsek bir şeylere, her şey daha güzel olurmuş gibi geliyor. Ama bazı şeylerin çok uzak ve geride olduğunu biliyoruz hepimiz içten içe... Sessizce durup bakıyoruz. Gizli bir hayranlıkla ayrılıyoruz rüyadan.
Yeni rüyalara yürüyoruz... Yine çocuklar sarıyor etrafımızı. Kurulmuş bebekler gibi, ezbere konuşan - ezberi bozulunca şaşıran - hayata aç, meraklı, umutlu, heyecanlı, hayallerle bezeli çocuklar...
Bir usta varmış, bir de çırağı... İki merdiven varmış camide, ikisi birbirini görmeyen... 29 tane tophane.Ya tophane neymiş? Çocuklar soruların cevaplarını bilmiyorlar henüz. Açlığı biliyorlar belki, üşümeyi, 10 kardeş her şeyi bölüşmeyi... Ama henüz soruların cevaplarını bilmiyorlar. Ezberi biliyorlar yalnız. "3000 kişi yaşar, dört köy var. 10 - 12 çocuk bir evde. Tophane mi? Bilmiyorum abla..."
Sokaklar sağır, evler dilsiz. Kimse derdini söylemez kimseye, göstermez ayıbını. Kusurlar gizlenir. Acıya karşı dik durmak gerekir. Bir de sis indi mi sokağa, insanlarla birlikte hayat da gizlenir bir yerlere... Eşeklerle dolaşan çocuklara kalır yine şehir. Bir sakız, bir şeker; yüzü aydınlanan çocuklar ve ellerinde fotoğraf makineleriyle turistler...
Ardından bir yağmur. Yağmur alır götürür çocukları, içimizde gizli bir hüzün.
Kalbimiz inceden sızlarken nereye gideriz ki? O fosforlu ışık, bizim de ardımızdan gelmeyecek mi? Kabuğumuzu bıraksak da, kendimizi bırakmazsak peşimizde bir iz bırakmayacak mıyız o fosforla? Kendimizi bulmaya gerek varmış gibi, arayanlara bir imdat çığlığı gibi...
İşte yağmur, işte çocuklar Mardin'de... Yalnızlık anlaşılır gelir bir an. Dertlerimiz küçük, hayallerimiz komik. işte yağmur, işte kör ve sağır evler, dilsiz sokaklar... İşte yağmur.
Bir kaç gündür hep aynı şarkıyı dinliyorum. "Mecnun'um Leyla'm'ı gördüm." Aytekin Ataş'ın sesinden dinliyorum bu kez ve aklımda bir cümle Hakan Günday'dan yine; "Ben aşıktım, o kumraldı."
"Tophane mi? bilmiyorum abla..."

Bir toplanma hikayesidir yaşanan aslında...

Bir süredir orada burada yazdıklarımı bir yerde toplayayım dedim. Belki temize çekmek gibi hayatımı, bir şeyleri gözden geçirmek, günlük tutmak gibi bir nevi yaptığım...
Her yere ve her şeye bölünmüş düşüncelerimi bir nebze olsun toplamak amacıyla yaptığım ufak bir çalışma. Zaten tarihleri de ekledim altlarına yazdıklarımın. Biraz da bazı şeylerin hiç değişmediğini hafif bir buruklukla fark ederek...

Bir pazar gününün ardından...


Sabah KPDS'ye girmek üzere KocaMustafa Paşa'ya gittim. Küçük bir okulda - ilk öğretim okulu olduğu için küçüktü elbet; küçük sıralar, küçük askılar, çarpım tablosu, mevsimler, andımız ve tarih çağları... - girdim sınava. Çıktığımda yağmur çiseliyordu, her şey ve herkesin kaybolduğu bir zaman gibiydi. Sokak boştu neredeyse, bir kaç genç - sadece gençlikten ibaret olan, dertleri de hayatları da, dünyaları da tam da oldukları - göründükleri kadar olan; o her geçen dakika da büyünen ve bir daha asla aynı olunamayan, en uçarı, en "genç" olunan zamandan gençler - bir kaç sigara izmariti, bir çöp arabası, dükkanının önünde sokağı izleyen bir bakkal. Öyle başka bir zaman, öyle var olmayan, öyle her şeyin dışında olduğum bir şey gibiydi ki o dakikalar...
Otobüse bindim. Yağmurlu bir pazar öğleni küçük bir kasabadan gidiyor gibiyim... Öyle bir kaderine razı, öyle bir hayatı kabullenmiş gibi duruyor ki her şey, ilk fırsatta gelip gezmeye çağırıyor sanki beni. Hani bazen uyanır insan, içinde o ender bulunan huzur vardır. Olduğun yerde olmanın o biraz da korkutucu - olduğun yerde olmayı öylesine seversen, değiştirmek istemezsin çünkü, hep öyle kalmak istersin... - huzuru ile dolmuşsundur sanki. Zaman öyle kalsın, gidilecek bir randevu, görülecek bir arkadaş, takınılacak bir ifade, yarın gidilecek bir iş, kazanılacak üç beş lira para, eve gidip gülümsenecek bir ana, baba, karı, koca, kardeş, arkadaş olmasın, her şeyden ve herkesten uzak, hepsine tanıdık ama hepsine de yabancı olmak istersin. Evler birbirine yaslı gibidir, beli ağrıyan yaşlıca bir amca sırtını evin duvarına dayamıştır, ev de ağrıyan belini yan eve... Yaşlı amca bir müddet dinlenir, soluklanmıştır, ağır ağır uzaklaşır. Ev gitmez, ev bekler, yorgunluğu geçmemiştir çünkü. Komşusunun omzuna dayalı sırtı, bekler. Her şeyin önünden geçip gitmesini... Toprağın derinine saldığı kökleriyle öylece durur. Belli ki biriktirir gördüklerini kuytu köşelerinde. Bir gün anlatacağı bir hikayesi olursa kullanılmak üzere. Her ayrıntıyı saklar. Bir paslı çiviyi, bir kırık iğneyi, bir kızıl saç telini... Sonra o yaşlı amca vardır, yol boyuna koyduğu alçak taburesine oturmuş çözdüğü pazar bulmacasına dünyadaki en önemli işi tamamlamak üzere gibi eğilmiş olan. Yolda ağır ağır yürüyen kimbilir hangi tarihten kalma bir pazar filesi içinde limonları ve patatesi görünen kamburu çıkmış tombul, yorgun yüzlü ama gülen gözlü teyze.
Tuhaf şeyler var hayatta, ya da sadece benim kafamın içinde belki... Önemli olan bu tuhaflıkları kabullenmek ve birbirlerine ve etrafa çarpmalarını engellemek mi, yoksa bütün bu "tuhaflıkları" düşünüp, kendini de cidden "tuhaf" zannedip kendini daha çok harap etmek mi seçilecek yol?
"Kırmızı: Terk edenlerin sırtlarının rengi." der Hakan Günday Azil'de, gökyüzünü kim boyar bilmiyorum. Yağmur bulutlarının adını unuttum. Öfke baltalarını bilemeden toprağa sapladım ama o kırmızı sırtların can yakan suretlere dönüşmelerini izlemek zorunda kaldım yine de...
Dışarda yağmur. Mor bir şemsiye. 5 YTL.
(04.05.2008)

A.: son zamanlarda okumuş olduğum bu en güzel yazı için ellerine bileklerine sağlık, güzel arkadaşım benim. Oradan nasıl görünüyor bilmiyorum ama buradan baktığımda ve özellikle de bu yazıya baktığımda yazım anlamında kendini nasıl delice geliştirdiğini ve diğer yazı yazan pek çok insana kıyasla nasıl kendine has bir perspektif geliştirip nasıl iddalı olmadan kocaman bir yazara dönüştüğünü görmek, bir nebze kıskandırmakla da beraber ne yalan söyleyeyim, bir arkadaşın olarak beni çok gururlandırıyor.
bu yazı, bana sorarsan çok önemli bir yazı bence bu yüzden. Bu bir düğüm noktası gibi, bu sanki bir eşik.ve ben seni o şeiğin üzerinden hafiflikte atlıyor gördüğüm için çok kıvançlıyım.
çok çok tebrik ediyor, saygıyla selamlıyorum seni.
çok sevgiler
(05.06.2008)

C.: İzin verdin ya, kızmaya geldim:) Şu yazını tekrar bi okusana, sonra da cevap ver "neden yapamayasın?" Ayrıca tekrar baktım EN ÇOK 3500 diyor, korkulacak bir şey yok yani:) eee ne diyeyim, son 2 ay ;) zaten bu işlerin en güzel yanı da bu; gün saymak :) içim kıpır kıpır (deniz kıpırtısız) :)
(10.07.2008)

5 Kas 2009

Dostları hatırlatan sözler...

Bazı romanlar, şarkılar, şiirler, sözler okudukça birilerini hatırlatır bana. Bazen kendimi, bazen yakınımdaki dostları, bazen uzağımdakileri, bazen tanıdıkları, bazen sadece yüzünü gördüğüm insanları...
Bu şarkıyı dinlerken aklıma en az üç kişi geldi.
ilk iki dizesiyle çok sevgili kırılgan ruhlu bir dostum ki derdine teselli sözcüklerinden başka hiç yararım yok.
ilk dörtlüğün son üç dizesi sevdiğim bir dostun kalbini kıran bir tanıdığı hatırlattı bana ki belki o da kendince haklıdır ama unutmasa keşke, karşısındaki de insandır.
ikinci kıta ise öyle çok kişiyi anlatıyor ki... Her "aşık oldum" diyeni bu dizelerde görüp gülümsüyorum... Büyülü düşler. Öyle işte...
Umutsuz olduğu bir anda
Sevmek ister her insan
Birazcık şanslıysan
Neden olmasın
Kendinden emin değilsen sevme
Bensiz mutluysan
Hep öyle kal

Eğer her gece yattığında
Büyülü düşler sana
Benden bahsediyorsa
Hemen tatlı uykundan uyan
Çünkü ben hiç uyuyamam
Seni düşündüğüm zaman
Belki sevmekten hiç usanmam
(28.05.2008)

Bazen büyülü düşler bile mutsuz ediyor insanı... Kime ne demeli, nasıl bir tanı koymalı, yalnızlığı seven ama bir de ondan aynı zamanda nefret eden, çok dalgacı,çok umursamaz ama aslında çok da kırılgan... Bir acayip hallerde insanların var olduğunu kimlere demeli? Bu halleri nasıl imha etmeli? Bazı şeyler tedavülden hiç mi kalkmaz insan ömrü müddetince? Belki son kullanma tarihi olmalı ömürlerin de... O tarih gelene kadar iyi kullanmamız gerektiğini bilip kıymetine göre davranmalıyız ona böylece...
Uyku ne güzel bir örtüdür, her karanlığı örten...
(19.06.2008)

Hayat adil değil...


Ne içkiler şişede durduğu gibi durur, ne de hüzün başkalarının gözlerinde durduğu gibi gözlerimizde...
Acıların insanı kaç yıl yaşlandırdığını konuştuk bugün, türlü acılarla tanışmış; tanıdıklıklarını da, yabancılıklarını da gizleyen insanlarla...Hepimizin sırları vardı kendine sakladığı. Hepimiz en çok acıyı kendimiz çektik sanıyorduk, en çok yaşlanan kendimiziz sanıyorduk. Oysa ki hiç bir kalp kırığı birbirinin aynı olmuyordu, hiç bir acı ötekine eş değildi, hiç bir zaman benzer şeylerin boşlukları farklı yüreklere aynı etkiyi yapmıyordu. Bazen erken bir veda, bazen hiç dönülmeyen yollar, bazen geri gelmeyecek olan gidenler... Ama hiç biri aynı durmuyor işte aynı acı da olsa, her bünyede farklı desenler yapıyor, kimini sağdan sola, kimini soldan sağa, kimini dikine dikine çiziyor yüreklerin...
Kimi "keşke"leri yok etmeye yetecek gücümüz hiç olmadı, hiç olmayacak, şanslıysak düzeltebileceklerimizi düzeltiyoruz, değilsek arkasından bakıp biten hikayelerin, tozlu defterlerin arasında kuruttuğumuz anılarımıza bakıp bakıp buruk gülümsüyoruz sadece ya da kendimize karşı güçlü olmayı bırakıp bir güzel ağlıyoruz kopsun inceldiği yerden diye...
Bir koku duyup apansız onunla gelen anılara ağlamak nedir hiç bilir misiniz? Başınıza geldi mi? Her şey eski haline gelse, olanlar hiç olmamış gibi de olsa asla o eski halinizde olamayacağınızı bildiğiniz hallerden geçtiniz mi? İçinizde büyüttüğünüz o acıları asla unutamayacağınızı - dünya tüm yaşananları hafızasından silse de - sizin içinizden silemeyeceğinizi bildiğiniz acılar var mı? Yok olsun... Olmasın. Olanlar bilirler dediğimi, onların tamiri yok, olmayanlar hiç öğrenmesin, sevdiklerim için en büyük dileğimdir bu. İnsanların gözünden acısını görüp anlamak da ayrı bir acı çünkü içimizde büyüttüğümüz...
Sokakta serin bir bahar havası var, hafifcecik üşüten, dostları düşündükçe gülümseten - yoran, yorulan, ağlatan, güldüren, paylaşan, çözüm arayan, bulamayan, çaresiz kalan, sevinen, sevindiren, seven... dostlar - kafamızı karıştıran, çok sevdiğimiz ama zaman zaman bizi yoran dostlar... "Sabaha kadar yürüseydim keşke" dedirten, dünyadan uzaklaştıran sonra sokaktaki sarhoşun bakışlarıyla dünyaya geri getiren serin bir hava. Hayallerde bile uzun süre yaşamamıza engel olan şehrin güzel havası...
Kanın tadı ile gözyaşınınki birbirine benzer, ikisi de tuzlu. ikisi de acıtır insanı havayla temas ettiğinde - nadirdir sevinç verdikleri o kucaklaşma anında, o nadir zamanları yaşayanlara da ne mutlu - ağlarken gözyaşına bulanıp daha çok ağlayan, ağladıkça susamayan, susamadıkça düşünen, yani galiba içinden kanayan bir canlı olduğumuz için benziyor tadları birbirine bu kadar?
Murathan Mungan'ı ne çok anlıyorum gün geçtikçe, "okuduklarınızdan size tanıdık gelenler çoğaldıkça yaşlandığınızdan şüphe edin" derdi ya, şimdi anlıyorum daha da çok...
Yaşım mı? Sormayın, söylemeyeceğim...
(09.06.2008)

A: Endişelenediriyor beni yazdıkların, gün geçtikte geliştirdiğin bilgeliğinde yorumlayışının, sanki hakan gündayı tanımışçasına ve sanki onun seninle yaptığı konuşmalar sonrasında oturup yazdığına dair imalar uçuştururcasına. endişeliyim senin için, senin adına, seninle birlikte.durmadan açılan, durmadan büyüyen durmadan farkeden gözlerinin göreceklerini hissedebilmek acısı, korkusu.Ben ne kadarını gördüm ki, en sonunda korkup kapamıyor mu insan kendisini.Bir yere kadar alabiliyor akıllarımız gördüklerini, ondan sonrasını sanki bir masalmış gibi izlemiyor muyuz? Sanki artık ondan sonrasında başımıza gelenler başkalarının başına geliyor gibi, bir kahraman çıkıp onları (yani aslında bizi) kurtaracak gibi. Her masal iyi biter gibi. (oysa pamuk prensesin üvey annesi mutsuzluklarına gömüldü kaldı, güzel olmayı istemişti sadece, şimdi olsa bir kaç estetik cerrahi müdahalesiyle çözümlenebilecekti olay.)
Fakındalığı artan insanlar için endişeleniyorum çünkü bu adam ve kadınlar bu sınırların kapılarını araladıklarında artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş oluyorlar. (mavi hap kırmızı hap gibi) yani artık kız kıza oturup üçüncü kızın dedikodusunu yapmanın çok uzağına, elde çaylar kapı önlerinde oturup çiğden çitlemenim (çekirdek yemek) çok uzağına, dantelde motif çıkarmaya çalışmanın çok uzağına düşüyorlar. Bu ve benzeri pek çok şeyi çıkardığımızda elimizde soğuk, acı bir gerçeklik aklıyor. cezaevlerinde ölümler, tersanelerde ihmaller... solcuların hiç bitmeyen gençlik anıları, sağcıların vatan millet sakarya edebiyatları, hülya avşarın dekolitesi ve hande yener'in kocaman gözlükleri kurtaramıyor bizi o çelik gibi soğuktan. etimizin çekildiği, kurak, kocaman, ıpışıklı bir meydan bu, bir mahşer demosu gibi. orada durup karşılaştığımız gerçeğe mi yoksa o gerçeğe ulaşabilmek adına gösterdiğimiz çabaya mı küfredelim bilemiyoruz işte. oysa diğer yanda devam ediyor hayat. biz, araba farına yakalanmış tavşanlar gibi ezilmeyi bekliyoruz...
bunları söyleyen olmaktan nefret ediyorum ve bunları söyleyen olma yaşına gelmekten.benden yaşça küçüklere hiçbirşey söylemeyeyim istiyorum ama dilin kemiği yok ve bu iş çok daha çetrefilli bir hal alacak bir de kendi çocuğuna anlatmaya çalıştığında bunları.
haftasonu babamlarla yemek yerken, deniz Gezmiş'ten açılmıştı konu bir ara ve ben"hatırlıyor musun ne biçim kızıp odayı trketmiştim sen denzi gezmiş için "bu çocuğa da yazık oldu" dediğinde"dedim. güldü. O zaman ben odadan çıktığımda da gülmüştü ama ben o zaman neden güldüğünü anlamamıştım. oysa evet, yazık olmuştu, insan ölünce üzülünmez mi?
yaşadıkça öğrenmek ve öğrendikçe hayal kırıklığına uğramak korkarım insanoğlunun en bğyğk trajedisi. Ya da bunu seçmiş olanlar için diyelim en azından.
şimdi hafifçe kapayalım gözlerimizi, gülben ergenin sallanan kıçında hayale dalalım.
lost'ta yeni sezona bakalım.....
(10.06.2008)

Yıllar yıllar önceydi...


Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?
Yıllar önceydi bir arkadaşıma mektup yazıyordum, ve ilk başına bu şiiri yazmıştım. Keyifsizdim; bir şeylere sıkılmış, birilerine kırılmıştım kuvvetle muhtemel... Bugün, güçlendikten sonra ben pek çok şeyin ardından, geç gelen özürlerle karşılaştığımı fark ettim birden bire. Aslında vaktinde hep beklediğim, hayalini kurduğum olayların gerçekleştiğini gördüğümü fark ettim. Artık o zamanki değerlerini taşımasalar da hiç biri, yine de beni mutlu ettiklerini fark ettim. Tespitlerimde yanılmadığımı bir kez daha gördüğüm için...
Sigarasının dumanını aşkla içine çeken; beni sevmediğini söyleyip beni kızdırmaya çalışırken bile gözlerinde kocaman sevgisini ve yüreğini okuduğum U.'um, sükunetini hiç kaybetmeden beni sakinleştiren sözleriyle A.'im, güçlü deli dolu görünen ama gözlerindeki her bulutu okuyabildiğim Ö.'üm... Gülümsemeleri içimi ısıtan mutlulukları yüreğimi ferahlatan E. ile Miço'm, konuşmadan birbirimizi okur hale geldiğimiz - ve aslında artık bundan kurtulmak istediğimiz:) - C.'m, mavi yeşil gözlerinde kocaman endişelerle beni düşünce kaldırmak için bekleyen ayna dostum G.'m, çok bunalınca bir ferah nefes veren güvenli sığınağım A.'m, kafamızdaki tüm soruları şarapla boğmayı alışkanlık edindiğimiz İ.'im ve E.'ım, mekan sebepli ayrı olduğum ruhumun şenlikli tüm dostları, anılarımın ortakları arkadaşlarım...
Öyle kocaman bir koruyucu kalkan var ki etrafımda, tüm düşmelerimde - kalkmalarımda - kalkamamalarımda "yanımda" olduğunu bildiğim tüm sevdiklerim beni her incinmede tamir ediyor güvende hissettiriyor. Ve öyle büyük ki bizi yaratan, ve ben - bence - öyle sevgili bir kuluyum ki, her üzüntümün sonunu - çok zaman geçse de üstünden - "iyi ki", "şükürler olsun ki" ile karşılıyorum. Ve bunun farkına varıyorum. "Evet" diyorum, "Bak o gün bugünmüş". Her seferinde ne kadar ucuz atlattığımı, ne kadar sevindiğimi, ne kadar hafif ve huzurlu hissettiğimi görüyorum tüm incinmişliklerin üzüntülerin ardından...
Uyanıyorum bir sabah, okumak istediğim bir kitabı alıyorum elime, sevdiğim bir şarkıyı atıyorum şarkı listesine, çal diyorum tekrarlı çal. Okuduğumun daha tamir edilemez, daha gerçek, daha acı ve fakat daha çarpıcı olduğunu görüyorum, bir yandan etkilenip bir yandan ferahlıyorum. Bir yandan giderek gerçekleşen, acımasızlaşan dilimi düşünüyorum, uzağına düştüğüm insanları ve bununla duyduğum hafiflemeyi... Satır aralarında okuduğum düşünceleri diziyorum aklıma kat kat. Her birinden en sevdiğim kelimeleri alıp yeni cümleler yazıyorum kendime. Ve gülümsüyorum. Ayşe'min dediği gibi, her yaşanmışlık, hayalimde yazdığım her senaryo öyle çok kelime öğretti ki bana, artık o küçük riskli bölge dışında incinmiyorum, seziyorum, görüyorum ve anlıyorum neler konuşulduğunu satır aralarında... İyi ki diyorum, bugüne böyle geldim. Kendini sevmek iflah olmazlık örneği belki. Ama kim ister ki iflah olmayı?
(29.06.2008)

A: Süratle büyüyen ama yaşlanmayan, bilge çocuk arkadaşım benim:)

akşama oturup konuşacak, biraz çay ve bir dilim kek ile şöyle geçen gün-hafta-ay ve yılların süzgecinden geçecek olmak, bu demlenmişlik hissiyle keşfettiğimiz, bize yeni başkalarına ohooo bilgileri paylaşacak olmak...
işte bir buluşma öncesini bunca keyiflendiren ve günün, ne kadar yorucu olursa olsn, keyifle geçmesini sağlayan şey bu.
yazdıkların için teşekkür ederim, sen de benim için çok yakın bir dostsun artık, bir tanışıklığı geçireli çok oluyor aramızda bu yüzden bu duruma arkadaş demek ne denli doğru olur bilemem.
çok sevgiyle kucaklıyor ve şu kalan dört saatin de ikimiz için kolay geçmesini diliyorum:)

(03.07.2008)

Cehennem Kapıları


Hakan Günday'ın yazılarını okuya okuya yürümek istiyorum sokaklarda, önüme bakmama gerek kalmadan yürütsün biri beni yollarda, tıpkı dün olduğu gibi... Ya da kimse koruyup kollamasın, yürütmesin beni; çarpsınlar insanlar bana? Ne olacak ki?
"İnsanlar kendi cehennemlerini kendi elleriyle yaratıyorlar" diye yazdım çok sevdiğim bir dosta iki satır yazarken bugün. İçimizde çift yüzlü baltalar, parça parça edip savurduğumuz cam kırıkları, dünlerden bugünlere devir ettiğimiz acılar, huzursuzluklar... Üstünden neler geçse de unutmayı başaramadığımız sızılar, bir de o kiminle, nerede, ne yapıyor olursak olalım hiç kaçamadığımız yalnızlık hissi biraz. Cehennemi öyle bir ateşliyor ki düşündüklerimiz, bıçaklar da, camlar da erimeye yüz tutuyor. Azıcık törpülenince sivri uçları camların, bıçakların bir koşu yenilik peşine düşüyoruz. Sonuç? Yine cam kırıkları, yine labrisler. Önce bunlardan arındırmalı insan kendini ki, cehennemine giden taşları döşemesin yoluna. Ne güzel demiş Dante; "Hayatımın ortasında cehennemin kapılarına gideceğim."
Galiba hayatın ortası, her zaman tam da durduğumuz yer. Ve aslında hepimiz Cehennem kapılarında veriyoruz savaşımızı. Mühim olan bu savaşların neresinde, neye öncelik verdiğimiz. Her zaman en önde savaşanın kendimiz olduğunu unutmayıp her yerde baş köşeyi kendimize ayırmamız... Evet efenim, gerekiyorsa Cehennemin kapıları önünde bile kendimize tapınacağız; hayat bize acımaz, şeref madalyasını da hiç takmadı yakamıza bugüne kadar onca yaşanana rağmen, o halde kendi paçamızı kendimiz kıvırıp suyu öyle geçeceğiz. Cehennem varsa Cennet de vardır çünkü... Dünya varken Umut'un da hep olacağı gibi...
(29.07.2008)

A: kurda sormuşlar, neden boynun kalın diye,kendi işimi kendim görürüm de ondan demiş.kendi işlerimizi,vazifelerimizi,bir ton derdimizi kendimiz görüp çekip,yırtılıp filan duruyorsak neden kendi keyfimizi de kendimiz sürmeyelim yahu ve bir lokma canı olan bit kadar zamanlarımızı ne olduğu belirsiz öyküleriyle tıka basa dolduralım.bak gene diyorum, kimse ama hiç kimse murathan mungan ya da orhan pamuk'u karşısına alıp "ah nalan, bunu bana nasıl yaparsın" edebiyatı çekemez, çektirmezler kardeşim.:)
bak hakan günday da aynıdır, eminim.
(ve aslında piç'te anlatıyor bunu ince ince,anlayana. bir de penguen'deki genco karakteri bazen sanki hakan günday tezatından oluşmuş gibi geliyor bana.)
şimdi çıkıyorum ben, sızmadan. bir sigara yakıp üffürte üffürte yürüyeceğim tophaneye doğru.sonrasında ev, mert gelecekmiş falan.:)
yazarım gene, kaçar ben
öpücük çok
(29.07.2008)

C: Şimdi bu yazdıklarınızla alakasız olacak ama ne yapayım:) peşpeşe yazdığınızı görünce aklıma buluştuğumuz o akşam geldi:) hani devasa havuçlu kek+çay olan akşam:) hani benim başımda matrak işler dönüyordu:) (ne zaman dönmedi ki derseniz, bir şey diyemem:):)) diyorum ki tekrarlasak:) tekrarlayım lütfen :)
yazdıklarınla ilgili ise tek diyebileceğim melisim; (hala) yazabiliyor olmanın ve yazdıklarınla dahi olsa kendini/derdini anlatabiliyor olmanın kıymetini bil
(29.07.2008)

A: bence biz buradan bir yokuş yaratıp ceyda,"yarılaraktan sallanabiliriz" en delikanlısından ve sanki bu bir yazışmanın en kendiliğinden olanı olur,tabi ben biraz işin sürpriz halini bozmuş olsam da...
buluşma fikri bana da çok keyifli gelir, bu aslolan ekibini toplayıncaya önce biz bir görsek birbirimizin hallerini yahu:)
haftaya fatoş yok,işyeri hafif cehennemsi olacak benim için, o yüzden gün için haftaya gün verememekteyim ama eğer olursa bir sonraki hafta da buradayız efem:)
eğlendirebilirim sizi kova doldurup yıkanma hikayelerimle en termosifonsuzundan.ve beraberinde elektirik ustaları ve sanırsın bir karnaval halidir bir evi diğerine taşımak.
ve bazen hala sanki aykutun ruhunu yavaş yavaş bu eve taşıdığını hissediyorum,sanki hala tam olarak buraya gelmiş değil gibi geliyor bazen,işte bu da böyle incelenesi enterean bir haldir, kekin yanına iyi gidebilir.
çok sevgiler
(31.07.2008)

Tekrarlı Hayatlar



Aslında bir deney faresi olmak gibi yaşam denen şey,
kimle konuşsam ayrı sıkıntısı var herkesin, kimi dinlesem derdi boyunu aşmış ve hep dönenip duruyor gibiyiz aynı şeylerin çevresinde, bir bayrak yarışında gibi. Sanki birinin söylediği öbürününkinden büyük ve birinin gözlerinde okuduğum diğerinin gözyaşlarında süzülüyor dışarı. Bir yandan da devam ediyor hayat, çalışılacak sınavlar, okunacak yazılar, hazırlanacak raporlar, yazılacak yazılar, gidilecek toplantılar, asla yetişilemeyen - yetilemeyen dost sofraları...
Bir deney faresi gibiyim cidden, ve yukarıda birileri bizim şürekaya çok gülüyor olmalı...
Dediğim gibi; artık huzur istiyorum herkesin dertleri bitsin, herkes mutsuzluklarından arınsın ve ben de sessizliğin içinde öylece oturayım istiyorum. Çok mu şey istiyorum?
(12.08.2008)
A: yanlış şey istiyorsun:) hayır, huzurlu adamlar tanıyorum, huzurlu olmakla ilgili en ufak çabaları olmayıp çok huzurlu olan ve bu huzurlu halleriyle millete kan kustran adamlar.son dakikaya kadar karar veremeyenler, beklesim kardeşim noolcak çılar, sıkıcılığından ve monotonluğundan tahammül edilemeyenler.
tamam ben de sürekli terminatör yaşayalım demiyorum ama onca sakinlik bizi bozar bak, buna eminim.
bir de, o yukardakiler var ya, hepsi bizden beter olsunlar inşallah, zeus'un sakalı batsın artemis'in bütün memeleri sönüp sönüp pörsüsün, fındık kadar kalsın.
( uğur gürsoy okuyorum, içim çocuklaştı galiba.
bir adet hediye edeyim bu bahane ile:
keyifli bir gün dileğiyle.
(13.08.2008)
S: hayatı kaçırmak istememe'nin birincil yan etkisi...
her şeyi okuyup yaşamazsak, her şeyi bilmezsek çatlayacağız çünkü :)
(18.08.2008)

Meksika'nın kodu...Şarkılar seni söyler...


Her zamanki gibi en güzel sözü Atilla Atalay söylemiş... Meksika'nın telefon kodunu biri bana da söylese, ne güzel olur.
Mesela ben de arasam Meksika'yı konuşsam konuşsam konuşsam... Herkesi, her şeyi, dinlediklerimi, sustuklarımı, söylediklerimi, söylemediklerimi, gözlerimde tuttuklarımı, düşündüklerimi, ağladıklarımı, konuşamadıklarımı, hepsini; hepsini anlatsam Meksika'ya... anlatsam da orada birileri dinlese, belki Haydar Abi'ninkiler gibi benimkiler de ağlar?
Acaba ben de başkasının içinden çıkıyor muyumdur bir yerlerde??
(25.08.2008)

A: pazar akşamıydı, fabriga'yı okudum, okumamışım ben onu, kaç zamandır evde oysa kitap.bir ağlamak tutturdum tabi, gözler kan çanağı odaya girince aykut, gene ne oldu dedi.atilla atalay okudum dedim, hay allahım yaaa diye bir söylendi.
fabrikada kazanlara isim koyacak kadar duygulsal adamlarız işte.hani kocalarımıza fabrika düdüklerini bak seni çağırıyor diyecek kadar kadınlarız da...
atilla yazıyor.okuyana deredi düşüyor:)
(hatırlatanın ellerine sağlık elbette arada:)
(26.08.2008)

Gidenler dönmez geri...

Yaşla mı alakalı bu, yoksa yaşadıklarımızla mı bilmiyorum ama bazı şeyleri gün geçtikçe kaybediyorum sanki. Öyle şeyler ki bunlar bir kucaklaşmayla anlayorum mesela kaybettiğimi, bir daha muhtemelen hiç bulamayacağımı... Karşımdakinin o utangaç tebessümü, gözlerini kaçırdığı o uzaklık artık benim sahip olmadığım şeyler mesela... Sevginin o utangaç içe dönük hallerine bir daha sahip olamayacağım, o "ilk"leri çoktan tüketmiş olduğum mesela...

Gerçekliklerimizin belirgin şekilde farklılaşmış olması; benim onu anlıyor, onunsa beni yadırgıyor olması... Hayata dair sadece kendi düşüncelerimi, kendi doğrularımı ciddiye alıyor olmam... Hele ki belli bir yaşanmışlığı paylaşmadığım insanları sadece gülümseyerek dinler hale gelmem...

Bir de hayattan kayıp gidenler var. Bazı dostları bir daha hiç eskisi gibi olamayacağımızı bile bile kaybettiğimi gördüm misal. Çok sevdiğim insanların uzaklarda olduğunu ve bir daha asla o eski günlerdeki gibi yakın olmayacaklarını gördüm. Hani o çay - çikolata günleri, Halley ile süt saatleri, o Barbaros'tan inerken konuşulan şen hayaller, vapurda dağıtılan o broşürlerle unutulmaz anılar edinmeler, kırmızı ışıkları koşturarak geçmeler, çokoprensle birlikte kaşer yemeler, bir fincan kahvenin içinden koca bir dünya yaratmalar, yollarda bir çizgi üstünde yürüyememeler... Hep yanyana bile olsak bir daha asla eskisi gibi olmayacaklar. O güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri gibi, biz de bir yerlere gittik ve geri dönmeyeceğiz bir daha...

Bir başka arkadaşlığın gölgesiyle lekelenmemiş dostluklar ve asla çıkmayan o lekeler... Hani sadece yanyana oturup birbirini anlamalar... Bunların çok uzakta kaldığını ve bir daha asla geri gelmeyeceklerini biliyorum. Bir yandan hayatın akışı diyorum, bir yandan üzülüyorum harcadığım emeklere ve zamana boşa mı kaybettim hepsini diyerek... Bir yandan da ben mi anlaşılmazım, insanlar mı istemediklerini anlamayacak kadar bencil diyorum. Cevap her ne olursa olsun ben onu söylemekten korkuyorum.

Hani insanların yüzlerinde bir maske olur ya bazı tiyatro oyunlarında, o maske oyun boyunca ne olursa olsun hep aynı ifade ile kalır, işte kendimi o maske yüzüme yapışmış da kalmış gibi hissediyorum. Söylenmemek ve içindekileri konuşmamakla alıştığım ve alıştırdığım bir hayatı yaşarken; kendimi kendim bir şeylere / bir yerlere / birilerine bağlıyorum galiba. Ve bu böyle olunca herkes de beni bu maske gibi sanıyor, en yakınımdaki insanlar bile o maskeyle konuşur gibi konuşunca öyle bir kırılıp dökülüyorum ki aslında... Ama bunu da kimse görmüyor işte, o da maskenin arkasında kalıyor. Sonra hakkımdaki fikirlerini de söylüyorlar üstelik pervasızca yüzüme... "Ne biliyorsun ki?" demek geliyor içimden, "Ne sanıyorsun ki sen hayatımı?". Ama demiyorum... Çünkü hiç söylemedim daha önce, söylemek de istemiyorum. Mecalim yok... Kendimi anlatmak, tanıtmaya öğretmeye çalışmak istemiyorum ki...

Yorgunluk öyle bir örtü ki, kolunu kaldırmaktan ağzını açmaktan mahrum bırakıyor insanı. Ve zaten diyorsun ki? "Ne çıkar? Hiç kimse bilmese ne çıkar?"

Biz ayrık otları, hep böyle olacak olduktan, bizi ancak - o da arada sırada sapar üstelik - biz anlayacak olduktan sonra; "yakın" dediğimiz insanların çoğuyla sadece bir kaç istasyon arası birlikte yolculuk edecek olduktan sonra, "ne çıkar hiç kimse bilmese?" Aynalar biliyor nasıl olsa....

Gölgenizi benden uzak tutun lütfen, ışığa ihtiyacım var...

(02.09.2008)

Devlerin Aşkı

Devlerin Aşkı oynuyor bir kanalda, Türkan ile Kadir’in en güzel oldukları filmlerden biri. İnsanın “Aşık olacaksan böylesine aşık ol, sevgili olacaksan böyle sevgili” diyesi geliyor izledikçe...

Bunların hepsinin film olduğuna katıksız inancın ve farkıdalığın bile gözyaşlarının yuvarlanıp yuvarlanıp ağzına burnuna dolmasını engellemiyor işte. Belki buna değildir ağlaman, belki dolup dolup taşan şeyler vardır bir yerlerde ve sen kendinden başka ağlayacak omuz bulamamışsındır... Çünkü artık hiç bir omuz senin gibi değildir – ya da sen öyle sanarsın – herkesin kendi derdi vardır. Herkesin ayrı hikayesi... Bugün bir yerde okudum: “Acının büyüğü küçüğü yoktur, acı acıdır.” demiş adamın biri. Doğru demiş, çok da doğru. Ama herkes kendi acısını en büyük sanmada işte... Ve etrafında en büyük benimki, hayır benimki diye ağlayanlar dolu olunca insanın, susmak düşüyor payına, çünkü acıların gerçekliğine de inancın kalmıyor, büyüklüğüne de...

Birazdan film bitecek, ve Kadir ile Türkan gözlerinde o aşk o bakış ile – ki onun bile film olduğunu, gerçek olmadığını düşünmek de ne büyük yıkımdır aslında aşka inananlar için, film işte o bile gerçek değil, en gerçek görüneni bile sahte – ölümü aşıp sonsuz mutluluğa adım atacaklar... İki damla daha süzülecek sonra göz pınarlarımızdan, bileceğiz çünkü böylesi olmadı hiç, muhtemelen de hiç olmayacak film çünkü bu...1976’da çekmiştir filmi Osman Seden ve o zamanlar – belki de – aşk daha temiz daha büyük bir duygudur veya insanlar daha temizdir, adamlar adam gibi, kadınlar kadın gibidir. Sevdalar sevda gibidir, kötü adamlar bile sonuna kadar kötü değildir mesela.

Biraz sonra beyaz bir gelinlik ile Türkan – çok rüküştür ama hiç ilgilenmezsiniz, içindeki Türkan’dır ne giyse kabulünüzdür o an – ve çelik gibi bakışlarıyla Kadir (silahı bırakır) gözlerinin içine bakarlar birbirlerinin, Savaş Başar’a karşı korkusuzca dururlar yan yana, Türkan’ın elleri titrer ve de yüreği, sessizce geçer giderler Süreyya’nın (Savaş Başar ki kendisini sadece bu filmde tanıyıp bilsem de çok takdir ederim o gözleri ile seven, gözleri ile nefretini kusan, gözleri ile ölen adamı.) yanından. Ölüm sevgiye dokunamaz sevgi yürür gider.

Ve az sonra Demet Akalım çıkar sahneye bir başka kanalda, “Sevdiğimi koluma takarım Bebek’te üç beş tur atarım. Olmadı bi’ de sinema yaparım, gördüğün gibi çok unutkanım.”...

Kimin neleri, niye unuttuğunu hiç bir zaman bilemezsiniz... Sadece kendinizi bilirsiniz. En büyük acı zaten sizinkidir hep... Öyle değil mi?

(03.09.2008)


Yine izledim aynı filmi, kim bilir kaçıncıya... Bazı şeyler de öyle değil mi hayatta, aynı filmi kaçıncı kez izler gibi yaşamıyor muyuz hayatı da?
Artık ortalamanın cc'den bb'ye çekildiği bir hüzün sınırı var sanki, bunlara da alışıyor insan... Belki de iyi bir şeydir bu. alışmak...
(05.09.2008)

...

"Bak, ateşböcekleri",

Demek isterdim..

Ama tek başımayım.

demiş Oruç Arıoba. Bana Arıoba'yı tanıtan, hayatıma katan arkadaşım şu anda ne yapmakta hiç bilmiyorum. İçimde onu düşününce ince bir sızı oluyor, diğer pek çok giden gibi. Gerçi yalnız gidenlere değil, gittiklerime de üzülüyorum bazen, ama hayat gelip gitmelerle bir seyrüssefer değil mi zaten?

Şemsiye

Şemsiye

Dün akşamüstü yağmur yağıyordu yürüyüşe çıktığımda gördüm bir çifti yağmur altında öpüşürken. Aklıma nedense bu şiir geldi. Ne de severim Ümit Yaşar'ı ben...
Yağmur Altında Öpüşmek
Hava kararmıştı
Yağmur yağıyordu
Dudakları sımsıcaktı
Elleri üşüyordu
Bir öptüm
Bir daha öptüm
Kimseler görmedi öpüştüğümüzü
Yağmurdan başka
İki gözüm çıksın
Şimdi ne zaman yağmur yağsa
Utanıyorum

Ümit Yaşar Oğuzcan
(27.10.2008)

Hayat ne tuhaf, vapurlar falan...

Bir kelimenin sadece bir anlamı olsa, herkes her şeyi aynı anlasa, kelimeleri eğip bükmeden dümdüz söylesek ve bitse her şey. Hayatım sadece kendimden ibaret olsa...
Gülümsemek, durmak, topluluklara karışmak, konuşmak, dinlemek zorunda olmasam... Düşünüp bir şeyler söylemek zorunda hissetmesem, düşünmesem... bilmiyorum desem, gerçekten bilmiyor, hiç bir şeyi de anlamıyor olsam...
Her şey bir Tarık Akan - Gülşen Bubikoğlu filmi gibi olsa... Hep, hep mutlu son yazsa!...
Hayat ne tuhaf şey cidden... Vapurlar falan...
Bir Atilla Atalay kahramanı gibi hissediyorsam kendimi, bu onun dehası mı benim talihim mi?
(02.11.2008)

Kardan adamlar erir...


Çocuktuk kardan adam yapmaya başladığımızda. Hiç bir şey o ilk yağan karda, boyumuzdan büyük kardan adamlar yapmak onlara ağız - burun yapmaya çalışmak kadar keyif verici değildi. Ne akşam ebesi oynamak, ne istop, ne saklambaç, ne de ortada sıçan. Bütn oyunların yeri ayrıydı elbet ama illa ki kardan adamdı. Sonra da hiç olmadı galiba...
Her yeri bembeyaz örtüp tüm kötülükleri, yanlışları, çirkinlikleri saklardı kar. Belki o yüzden, zaten küçük ve temiz olan dünya, sihirli bir güzelliğe bürünürdü. Kar soğuktu, elinde uzun süre tutarsan erirdi. Geriye sadece soğuk, üşüten bir ıslaklık kalırdı ellerinde... Güneş ışımaya başlayınca tüm soğuğa rağmen kardan adam dayanamaz yavaş yavaş erirdi. Kardan adamın erimemesini sağlamanın bir yolu olsaydı keşke... Keşke.
Sonra ne ara büyüdük, ne ara bu kadar geçti zaman bilmiyorum. Ama hala en sevdiğim kardan adamdır benim. O lapa lapa yağan kar, her yerin sihirli bir örtüyle bembeyaza dönmesi ve - artık sadece kiri pası değil - günahları, hataları da örtmesi hem garip bir şekilde o günlerin mutluluğunu, hem de o günlerin bir daha hiç olmayacağını bilmenin hüznünü getiriyor bana.
Her ne kadar pek çok şeyi öğrettiyse de ailem, insanlar ve hayat bana, kardan adamların eridiğini öğretemediler. Daha doğrusu onlar öğrettiler de, bilmekle kabullenmek aynı şey değil. Bile bile üstünden geçilen o yollar, o güvenilir görünen tanıdık hikayeler, aynı anda aynı bulutu görmek kocaman gökyüzünde, söze aynı cümlelerle başlayıp, aynı anda aynı şeyleri düşünmeler... Hem hep aynı kalmak hem de değişmek arzusu...
Zaman geçti, kardan adamlardan başka eriyen şeyleri de öğrendim. Umutların gün be gün nasıl kaybolduğunu, sevinçlerin ve neşenin bir anda uçup yerini derin mutsuzluklara bıraktığını öğrendim. Paralel doğruların sonsuzda kesişebildiğini öğrendim ancak. Matematikte istisnaların olduğunu ve o istisnaları sadece onların farkına varanların keşfettiğini öğrendim. Ama bilmek ile kabullenmek aynı şey değil, hiç olmadı.
Bazı şeyleri ne kadar değiştirmek istersek isteyelim istemenin hiç işe yaramadığını, 2*2 = 4 demenin bile nasıl zor bir karar olduğunu, bazı şeyleri hep susmak gerektiğini, bazı şeyleri hiç anlamadığımı ve galiba hiç anlayamayacağımı, yazara rağmen "niye varım?" sorusunu sık sık düşündüğümü ve bundan nasıl huzursuz olduğumu... Hepsini kardam adamlar gibi bildim ben kendimde. Taaa, o ilk zamanlardan beri vardılar aslında, sadece karlar eriyince ortaya çıktı bazı şeyler.
Bunları düşünen ve yazan kadının bende ne işi var bilmiyorum, o bensem bu gülümseme kimin onu da bilmiyorum. Bildiğim kardan adamların eridiği sadece.
Ama yine de kardan adamlar istediği kadar erisin, o soğuk ıslaklık onun bir vakitler orada olduğunu gösterdiği sürece, ben onları hep seveceğim...
(03.12.2008)

A: sonra insanlar kardan adam yeine, insandan adamları yeniden yapmanın derdine düşüyor, biraz daha şöyle olsa, şurası böyle olsa derken dişini geçiren, hayalindeki bir adamı yaratmaya başlıyor ve sonrasında adamı ilk haliyle sevmiş olduğunu hatırlıyor. dişini geçiremeyenlerin bazısı ömrünü tüketiyor uğraşarak, mutsuzluklarına mutsuzlık ekleye ekleye her yeni güne yeni bir program yaparak.bunların bir kısmı vazgeçip ellerindekinden, yeni bir kardan adamı bozuyorlar kendi hayallarrerindeki hale getirebilmek için. ve ortalık telef olmuş onlarca kardan adam ve kadınla doluyor, hiçbiri ilk yaratıldıkları gibi değil. sonra bir zaman, yavaş yavaş eritiyor o kardan adam ve insanları, bankalarda memurlar oluyorlar, vergi dairelerinde işlem yapmaya çalışanları azarlayanlar. çocukları döven öğretmenler oluyor, kedilere tekme atan esnaflar, ellerinde coplarıyla öğrencilere saldıran polisler ve diğerleri....
rubens'e sormuşlar, nasıl böyle güzel heykeller yapabiliyorsunuz diye, bir kalıbı alıp oymaya başlıyorum ve eksilttikçe yapacağım heykel kendini belli ediyor demiş.
biz ise elimizdeki kartopunun yanına yöresine eklediğimiz kar parçalarıyla kardan adamlar yapmaya çalışıyoruz, annelerinin bile bunca uğraşmadığı çocukları büyütmek için uğraşıyoruz.biz de yenildiğimizde bitecek ve bizler de dönüşeceğiz kendimiz de şaşırarak o sevimsiz çekiç kafalılara.
işte esasında pink floyd, "All in all you're just another brick in the wall" derken bunu kastediyordu...
(is there anybody out there diye fısıldıyor kulaklarıma bir ses....) (04.12.2008)