30 Kas 2010

Düşler, masallar ve gerçekler...

Bazı bazı, sonsuz bir huzur doludur yürek. Bazı bazı bir telaş, bir sıkıntı. Sebeplerini bilmezden geliriz; iyiliğin de kötülüğün de... Oysa hepsini bilmekteyizdir. Kendi yüreğimizden kaçışımız yoktur çünkü... Ne kadar saklasak, gizlesek, bilmezden de gelsek nafiledir, nafile!
Bazen güzel bir rüyadan uyanırız, uyandık sanırız ya da, yanı başımızda gerçek durur, rüya gibi. Uykunun bıraktığı mahmurluktan sanırız. Hiç bitmesin isteriz, ama korkarız da... Ya gerçek değilse diye... Tekrar geri döneriz uykunun kollarına, rüya bizi içine alsın diye.
Almaz ama rüya bizi geri, almaz... Ne rüyanın içine girebiliriz, ne de yanı başımızdaki gerçek rüya gibidir artık.
Öyle büyük kesikler vardır ki, üstünden ne kadar vakit geçerse geçsin, hiç tamir olmaz o yaralar. Sadece düşlerde iyi olur insan, sadece o zamanlar hiç olmamış, hiç yaralanmamış, hiç örselenmemiş gibi olur. Çünkü öyle derindir ki kesikler hiç bir gerçek örtemez üstünü. Hep bir yerlerinden kanar insan, hep inceden sızlar. Sadece düşlerde otanır. Ne zaman bir gerçeğe değse yüreği, cızz eder, yine - yeniden her defasında - sızmaya başlar kanı inceden. Bilmeyen anlamaz, hoş bilen de anlamaz ya çoğu, herkes kendi derdindedir. Her şey iyi güzel olunca, eski kesiklerin niye hala kanadığını anlayamaz çoğu. Kendi telaşı sarınca anlar ancak, canın ne tatlı olduğunu....
Bir de masallar vardır, hani hayatların siyah ve beyazdan müteşekkil olduğu. Gerçeklerdeki ya da düşlerdeki mutluluklar ve acılar başkadır orada. Sadece uzaktan bakanların gördüğü mesafeden gösterir hayatı masallar.
Acı biter, mutluluk uzar. Tıpkı uzaktan bakanların gördüğü gibi...
Düşler, masallar ve gerçekler; hep iç içeler...

28 Kas 2010

Hayat ne tuhaf, vapurlar falan...

Bugün sevgili bir dostumla buluştum. Akşam iniyordu yavaş yavaş. Ve aslında herkes kendi yoluna gidiyordu... Öyle çok şey vardı ki konuşulacak... Ama ikimizde biliyoruz ki, bu konuşmalar bizi "gidilmesi gereken" yollardan uzaklaştırır. İkimizde biliyoruz ki, her düşündüğümüz kendi içimize "şer çiçekleri" ekmek, kendi kendimize dikenler saplamak, kalbimizi kırılmış bir tırnak ile çizmek demek.
Belki ikimiz de rahat nefes alıyor olsak, daha az yanar canımız ama bu dostlarla biz - neredeyse - hiç aynı anda iyi olamayız.
Teselli etmek isteriz birbirimizi, çektiğimizi biz biliriz çünkü. Ötekinin halinden anlarız. Ama yapamayız, yapılmaz çünkü. Tarifine gerek olmaz, gözümüzden anlarız. Bi vakit bize batan dikenlerdir şimdi onun etine dalan, bi vakit onun çektiği aşk acısını, biz de çekmişizdir illa.
bizim korkulu rüyalarımız kılık değiştirip ondan devrolmuştur uykularımıza...
İnsanları az görmenin değil, az zamanda büyük hikayeler paylaşmanın gizli ortaklığı vardır bu tasalarda. Yaşamayan bilmez, anlamaz.
Bir cümleyle yüzünün ne kadar aydınlandığını, gözlerinde nasıl ışık yandığını; aynı ışıkla aydınlanıp, karanlığında kaybolanlar anlar ancak.
Biz biliriz birbirimizi. Bazı şeyleri açık açık söylemesek de, biliriz. Anlarız, üzülürüz. Anlarız, seviniriz.
Boğazımıza bir yumru oturur sonra, gidenleri düşünürüz. Geriye gelmeyenleri, gelince bıraktıklarını hatırladıkları gibi bulamayanları... Sonra, başka bir arkadaşın bir sözü gelirdi aklımıza, "gidenlerin mutlaka geri geldiği" ile ilgili olan... Hani özlemle kavuşmayı, iki kelam etmeyi beklediğimiz dost A.'nın kelimeleriyle düşünürüz. Geri gelenlerin, bıraktıklarını bulmadıklarını... Aslında gidenlerin iyi ki gittiğini...
Sonra, bir yükü daha sırtından indirmek isteyen dostumuza bakarız. İçimizde bir hüzün kabarır. Uzakta da olsa, tasalarımızın devri daiminin sürdüğünü hissederiz. Ama elden bir şey gelmez.
Çünkü hayat tuhaftır, vapurlar falan... Öyledir işte.
Gittiğinden iyi gel dostum, çünkü daha çok şaraplar içilmeli, daha çok bir yanımız buruk gülümsemeliyiz biz. Çünkü hayat garip, vapurlar, martılar... Çünkü biz hep bize benzeriz. Çünkü bizi en iyi biz dinleriz...
Gittiğinden aydınlık gel dostum, çünkü sendeki aydınlık bana yansır. İçimde "biz"im de bir gün herkes gibi olacağına dair bir umut büyür... Herkes gibi.
Ama sen gittiğin gibi gel, herkes gibi değil. Çünkü bize biz lazımız. Çünkü 2 ile 2'yi çarpıp 5'i halının altında bir biz ararız. Hayat tuhaf hocam, vapurlar falan...
Sen çabuk gel. Belli mi olur, belki martılara simit atarız.

27 Eki 2010

sonbahar yağdı, ben ağladım...

Sanki her şey söz birliği etmişcesine dört bir yandan saldırıyor bana. İlk düştüğüm yerde bir kutlama yapılacak ve bundan bir tek benim haberim yok gibi.
Keşke olmazların peşinde koşup hem kendini, hem de beni yormasa sevgili kardeşim E. Tutumunun beni rahatsız ettiğini onu kırmadan söylemeye çalışmam boşuna. Anlatamıyorum... Israrla dönüp duruyor aynı çemberin içinde, ve ben bu yanlışı nasıl düzelteceğimi bilmiyorum hiç.
Diğeri, sevgili M. irade yoksunu davranışlarıyla ayrı bir kısır döngünün içinde debeleniyor. Çarpıyor, düşüyor, kanıyor, ağlıyor, kalkıyor ve yine başlıyor... Söylemekten, izlemekten, dinlemekten, paylaşmaktan yoruldum tüm bunları.
Kendi oyunlarını tek başına oynamak isteyen C. beni en çok yoran kişi galiba B.den sonra...Ya da belki ondan da çok! (Böyle alfabe ile saymak da ne orijinal oldu, çok rahatlatıcı!!!) Aynı oyunlara ben eşlik etmek isteyince bozuluyor, şaşırıyor, direniyor, sertleşiyor. Bilmiyor ki, ben de yoğunlaşmaya başlamadım! Misilleme yapmak, çekmek, germek, uzatmak yoruyor beni. Al sana mide ilacı işte... Bir patlamada ortalığı saracak olan lavların yoğunluğunu tahmin bile edemiyorum...
Bütün hayatım elimden kayıp gidiyor gibi hissediyorum. Bir yandan hayatıma, fikirlerime tecavüz etmeye çalışanlar, öte yandan sadece bana ait olan zamanlara dokunan beni - bilmeden de olsa -taciz edenler, klişeler, klişeler... Her birini ayrı ayrı tanıdığım, her hareketlerinin ne anlama geldiğini bildiğim ama, bilmiyormuşum gibi davranan arkadaşlar... Sorumluluklar...
Bütün düzenimi alt üst eden ve bunu tamamen kendi düzeni adına yapan ama koşulları hiç düşünmeyen B. Allah'tan kaçacak limanlarım var tüm bunlardan kurtulmak için sığınacak.
İnsanların her şeyi bırakıp başka yerlere gitme isteğini şimdilerde daha çok anlıyorum.
Dışarıda yağmur deli gibi, içeride ben. Kendime koyduğum "iyi olma" ölçütleri beni gerçekten daha iyi biri yapıyor mu bilmiyorum ama umarım yapıyordur. Yoksa bu ağlamaların sonunda olacaklardan korkmadayım....

31 Ağu 2010

Yine geliyor hüzünlü bakışlarıyla Eylül

Sımsıcak ale alev geçti yaz, uzun upuzun günler geride kaldı. Sabahlar artık eskisi gibi parlak bir aydınlıkla selam vermiyor bize. Ve akşamlar sanki bir parça serin. İçimizde gizli bir hüzünle parmak arası terliklere veda etmeye hazırlanıyoruz gizliden. Yazın o uçarı, tasasız günlerine... Yapraklar kurumaya dönecek çok geçmeden, günler geçtikçe kısalıp küçülecek gecelere bırakacaklar yerlerini.
Değişen sadece mevsimler mi olacak yoksa bizler de alacak mıyız payımızı bu dönüşümden? Sabahlara huzurlu mu olacak uyanışımız yoksa bir parça hüzün gün geçtikçe büyüyerek sonbaharı yüreğimizde de büyütecek mi?
Dün G.'nin sorusu aklıma şunu düşürdü: mutlu muyum?
Bir hesaplaşma ise bu kendimle
Evet. Mutluyum. huzurlu, güvenli, keyifli, gizliden gizliye 'başardığına inanan' mutlu. Buyum işte ben.
Başka bir seçeneği düşünmeyecek, merak etmeyecek değil ama ah etmeyecek kadar mutlu.
Dostlarımı düşündüm sonra, yıllar yılı konuştuğumuz bir şeyi dün akşam anladım Coupling seyrederken... 'Excuse person' inancının hepimizin içinde bir yerlerde olduğunu bir kez daha anladım ve excuse person'ı olduğum kişilerin benden daha mutlu, daha keyifli, yaşadıkları mutsuzlukları tümden unutturacak kadar mutlu olmalarını diledim. Dileklerim gerçek olur mu bilmem. ne zaman olur bilmem...
Şimdi yine Eylül geldi, yine biraz hüzün... Ama hüzün olmadan da keyfin neşenin değeri anlaşılmaz belki... Hüzünlü bakışlarıyla Eylül bizi sonbahara götürecek ve yine bahar gelecek. Umutla...

12 Tem 2010

geri sayım...

tatile sayıyorum geri... döndüğüm dönemeçlerden ileri...
yeni bir dönemece doğru ileri...

21 Haz 2010

Semazenler dönerken...

Işıl ışıl bir yer Yenikapı Mevlevihanesi.
Uzun, upuzun bir soluk tasavvufi - sufi müzik. Bazen hiç bitmeyecek gibi uzayan ama çoğunlukla hayran bırakan bir sesler bütünü. Allah, Allah sözleriyle doluyor kubbe... Kudüm, ney ve tef. Kanun ve ud, kemençe ve hafız.
Sağdan sola bir devinimle göğe açtıkları sağ elleri ile Mevla'mdan geleni, yere çevirdikleri sol elleri ile kullara ulaştıran, hep aynı çemberin içinde durmadan, durmadan dönen semazenlerin büyüsü, bembeyaz etekleri boz şikeleri ve siyah cüppeleriyle (cüppe mi deniyor bilmiyorum ama) bir başka hayatın - sanki çok gerilerde kalmış ve unutulmaya yüz tutmuş bir masalın - yansımasını aksettirdiler bize...
Yanımızdaki güzel adam, çaprazda ağlayan sarı - kırmızı elbiseli kız çocuğu, bebeğini uyutan baba... Gerçek hayata geri çağırsa da bizi ara ara, bir masal dünyasına yolculuktu yaptığımız.
Sonrasında kabaran deniz, yüzümüze çarpan buz gibi yağmur, fırtına rengi gökyüzü, kocaman kahkahalar ve güven dolu sıcak bir ev... Günler hep böyle geçmeli belki. Semazenlerin dönüş amaçları neyse benim amacım da bu galiba. Böyle büyü dolu, neşe dolu, keyif dolu günler yaşayabilmek...
Semazenler dönerken, ben de dönüyorum. Hayatıma gülümsemek için...

7 Haz 2010

Kocaman bir kahkaha... Ha ha ha...

Yeni insanlar giriverir ya bazen insanın hayatına, hani aniden ama böyle epey sağlamından...
Yemekler, gezmeler, sohbetler, hayaller... Uzar gider keyifli zamanlar. Ve böyle zamanlarda bütün o öfkelendiklerinin sana uzak şeyler olduğunu anlarsın. Mutlu olursun, olduğun gibi olmaktan.
Kocaman yürekleriyle gülen, dertleri geride bırakan, mutlu olmayı başarabilen insanlarla olmanın keyfine varırsın. Sevildiğini, sevdiğini hissedersin...
Kocaman kahkahalardan ibaret olsa keşke zaman, günler hep hafta sonunu gösterse, sofralar hep sohbetle uzun uzun, yabancılıksız, samimi olsa...
Ha ha ha...

31 May 2010

insanlar, maskeler ve yalanlar...

insanların yalan söylemesini anlayabiliyorum, bir şeyleri gizlemesini, bir şeylerden korkmasını, aslında hiç olmadıkları biri gibi davranmalarını da... Bir yere kadar. Ama iş bu insanların maskeleri düştüğünde, seni aldatmalarına öfkelenmene bozulup böyle bir şey hiç olmamış gibi kendilerini haklı çıkarmaya çalışmalarını, yalanlarının üstüne birer kat daha çıkıp, yüzlerine birer maske daha takarak seni kendi gerçekliklerine inandırmaya çalışmaları yok mu? işte o zaman, insanların nasıl cinnet getirdiğini, nasıl en sevdiklerinden bile kaçmak isteyip kimsenin yüzünü görmek istemediklerini anlıyorum.
Neden bunca zaman bir şekilde gizlediği şeyler, istemeden açığa çıktıktan sonra, ve üstelik bu açığa çıkışa şaşmama bozularak tepki vermişken, sonrasında olacakları merakla takip etmemi bekliyor insanlar? Ben mi fazla katıyım diye düşünmüyor değilim...
Şu sıra herkes ve her şeyin samimiyetinden şüphedeyim. Belki yalnızlık ihtiyacım, belki beni sağaltması gerekiyor özlenen bir kucağın ve gerçek dünyamdan uzak tereddüt ve sıkıntıların içine dalmalıyım bir süre... Belki Nil'in dediği gibi "ben bu yaz, bembeyaz bir otelde...."
maskeler ve yalanlar... hep yan yanalar.

11 May 2010

mayıs, güneş, bahar, aşk, neşe ve diğer şeyler...

Bir hafiflik var üstümde. mevsim yüzünü güneşe döndüğünden kelli sorumluluğum da azalınca bir gülümsemedir yayıldı yüzüme... Olmazlara umut büyütüyorum belki, ya da bir boş vermişlik seline kapıldım. Gülümsemekle geçiyor günüm, gecem. Bir garip Orhan Veli sanıyorum kendimi, sokakta kendi kendime gülümserken. Ve insanların da bana bakıp deli zannedeceğini düşünüp gülümsüyorum.
Güneş pırıl pırıl, gölgeler serin. Sorumluluğunu bırakanlara da kızmıyorum, kendime de. Yemek yemekten de vazgeçmiyorum, yürümekten de. Hayal kurmak işini şiar edinmişim kuruyorum da kuruyorum. Yoksa o kuruyan otlara dönerim, biliyorum.
Sokaklarda zıplayarak yürüdüğümü fark edince toparlanıyorum, ama hayal ederek yürüdüğümü fark edince hızlanıyorum. Bu sene hızla geldi, hızlı gidiyor. Duracak mı, dursun mu, ister miyim bilmiyorum, tek bildiğim en güzel ay geldi. En sevdiğim... Her anının tadını çıkarmak istediğim. Mayıs geldi. Hoş geldi... Güneş geldi, bahar geldi, neşe geldi. Aşk mı? Aşk da gelir elbet!

12 Nis 2010

Günler günlerin ardında...

Çocuktuk biz bir vakitler, hiç birimizin derdi boyunu aşmazdı. Küçücüktük, minicik, siyah önlüklü, beyaz yakalı. O zamanlar hayallerimiz vardı, yıkılmamış, örselenmemiş, incinmemiştik.
Zaman geçti büyüdük, hep birlikte... Düştük, kalktık, incindik, örselendik, yırtıldık, dağıldık, toparlandık, toplandık, kenetlendik. Herkesin acısı büyüdü büyüdü, boğazına düğümlendi. Yutamadık hiç o düğümleri, hep durdular boğazımızda.
20 sene oldu belki, büyüdük. Kat kat kabuklar giyindik, kat kat deriler soyunduk. Hep yan yana, birbirimizi gözlerimizden, seslerimizden okuduk.
Şimdi bir tanesi, sevinç ışıltıları saçıyor. Yazık ki ben onun sevincinin arkasındaki öyküyü de bu sevinci edinimini de benimseyemedim, inanamadım bu masala. Onun peri masalı benim için boyalı bir bebekten ibaret. Ama bunu ona hiç diyemeyeceğim. Hiç bir zaman asla inanmadığım ve onaylamadığım bu yalanın oynanmasına karşı çıkamayacağım. Sessizce derine bir yere koyacağım bu düşünceyi, üstüne büyükçe bir taş yerleştirip sonra da büyük bir gülümseme yerleştireceğim yüzüme. En büyük sevincinde, o bembeyaz peri masalında hemen yanında olup onun sevincini artırmak için ne gerekiyorsa, o ne istiyorsa onu yapacağım. İçimden bu yalanın gerçeğe - tam bir gerçeğe - dönüşmesini dileyeceğim. Tekrar, tekrar...
Zayıflayacağım, güzel bir elbise alacağım, güzel ayakkabılar, bütün o telaşlarda, sıkıntılarda hep yanında hep moral verenlerin başında olacağım... Sonra kendime bakacağım aynada, muhtemelen gözüm gözüme değince içimdeki taş kıpırdayacak, midem bulanacak, sonra derin bir nefes alıp taşı yerine oturtacağım tekrar ve o gülümsemeyi yüzüme bitiştirip devam edeceğim o masalın tamamlanması için eksikleri kapatmaya...
Günler günlerin ardından bizi birer birer iyi yalancılara dönüştürürken, sadece gözümüzden anlaşılıyor yalanlarımız, kendi gözlerimize değince. İşte bu yüzden, göz göze gelemiyorum sevdiklerimle... Yalanlarım dışıma kaçmasın diye...

30 Mar 2010

Öfke baldan tatlı...

Ben mi sinirliyim, ben mi öfkeli?
Yoksa insanlar istedikleri zaman bal gibi çifte standart yapıyor da ona mı bozuluyorum? Harcanan emeğe saygısızlık mı, yoksa itiraf edilemeyen duyguların esiri olunup yapılan düşüncesizlikler mi bunlar? Ya ben hangisine daha çok bozuluyorum bunların?
Başka zaman bulunamayan "zaman" nazik durumlardaki "özel" insanlar için bulunuyor, üstüne üstlük de bunun için bile benden yardım isteniyorken sinirlendiğimde bunun adı trip oluyor. Varsın olsun azizim!
Bunca senelik hayatımda olup olduğum "çok iyi" sıfatından öte geçmedi. Netice, sıfır civarında seyreyleyen bir hayat grafiği... İyi desen değil, kötü desen değil. Demek ki "çok iyi" olmak, isteklerime ulaştıracak sihirli anahtarım değil benim. Demek ki başka bir yol öğrenmeli ve artık onu denemeliyim. Mayıs hızla göz kırparken ve koşar adım yaklaşırken yeni yaşıma, bir seneye daha böyle girmemeliyim artık.
Bir dönüm noktası olmalı hayatımın ve tüm bu yıkıntıları, harabeleri ve hatta safraları, bu dönemeçle arkamda bırakmalıyım... Zira artık gözlerim yanıyor, boğazım da... Duman her yeri kapladı, ve ben kendimi bile göremiyorum.
"Öfke baldan tatlı" bugün söylediğini yarın unutursun mu diyeceksiniz? Unutmamak için bir şeyler yapacağım bu kez. Hani eski masallarda, yiğitler uyumamak için ellerini kesip tuz basarlarmış ya kesiğe; tıpkı öyle...
Öfke baldan tatlı belki evet, ama acı da zencefilden beter.
Bir yerden başlamak lazım zencefili tüketmeye, bunun için balla karıştırmak lazım belki. Acıyı tüketmek için öfkeyi kullanmak...
Durmanın faydası yok, yola koyulmalı...

17 Mar 2010

Göğe Bakma Durağı...

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım.

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz.
bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
beni bırak göğe bakalım.

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
seni aldım bu sunturlu yere getirdim
sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım
şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin, bir ellerim yeter belleyelim yetsin
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım.

Turgut Uyar bu şiirle kimleri kimlere tercüme etti bilmem ama bana hep Ayşe'm'i hatırlatır bu şiir.
Ve her daim kocaman bir umut dizeleri dizdikçe gözlerimden bir bir.
"seni aldım bana ayırdım." kıymet vermenin bir telaffuzu da bu olsa gerek. Farid Farjad'ı dinliyorum karmaşık duygularla... Hem hüzün, hem huzur, hem çaresizlik, hem kabullenmişlik. Hem bahar hem güz... Ellerin dert görmesin usta, kemanın hiç susmasın...

12 Mar 2010

bu da mı gol değil?

FB'de bir arkadaşın verdiği bir bağlantıdan izledim yine o mahkeme sahnesini.
"Bu da mı gol değil be? Bu da mı gol değil?"
Bazı şeyler var ki her sefer - kaçıncı sefer olursa olsun - hep aynı hislere yöneltiyor insanı. Her sefer gözümden süzülen bir kaç damla yaş, her sefer geride kalan çocukluğuma gönderiyor beni.
Korkularım var, tuttuğum - kalbimden geçen diyelim - dilekler var, hala gerçekleşmemiş ve yavaş yavaş umudumu kestiğim, derin bir yerlere gömdüğüm - sakladığım dilekler...
Ötelediğim hayaller var, sustuğum öfkeler. Kimselere söylemediğim kıskançlıklar, tereddütler, tedirginlikler... Hayatı mı öteliyorum? Böyle böyle ertelerken her şeyi hayat bitiverecekmiş gibi geliyor bazen, elimde hiç bir şey kalmayacakmış gibi...
Sonunda ben de aynı soruyu mu soracağım acaba: "Bu da mı gol değil? bu da mı?"

8 Mar 2010

Ağlamak güzeldir...

Bazen çok çaresiz oluyor insan, elin kolun bağlı gibi. Hiç bir şey çözülmez sanıyorsun, bütün her şey üstüne geliyor sanki, çıkışı bir türlü bulamıyorsun filan.
Biliyorsun bir yanlışın var, evet, ama herkesin yaptığı onca yanlışa rağmen hayatlarına devam etmeleri o kadar kolay gibi görünürken, herkes öyle tasasız gülerken, her şey sana niye bu kadar ağır geliyor anlamıyorsun.
Keşke, yalnız kalabilsem diyorsun mesela, açtığın her kapının ardında bir insan oluyor. Kimi sana muhtaç, kimi ise öylece orada. Ama senin yalnızlık hakkını bir çırpıda yok ediyorlar işte...
Keşke, işe gitmesem diyorsun misal, katılman gereken en az üç önemli toplantı oluyor. Sanki sensiz hayat devam edemezmiş gibi, bırakıp gidemiyorsun ve devam ediyorsun.
"Keşke her şeyi bırakıp gitsem" diyorsun, ama yapılacak işler, sorumluluklar, sorulacak sorular ve bunların cevapları var, gidemiyorsun.
Daha kötüleri de var, biliyorum diyorsun, biliyorum. Bu da geçecek diyorsun, ama uzuyor, büyüyor, büyüyor, kocaman bir karanlık oturuyor yüreğine... Gece 3.48'de uyanıyorsun her gün, gün ağarana kadar gözünü kırpmadan düşünüyor, çıkış yolunu bulamıyor, yaşlanıyorsun.
Bir ağlasam diyorsun, geceye - gündüze bir ağlasam... Şöyle dizlerimi toplayıp göğsüme çeksen, otursam gözyaşlarım bitene kadar ağlasam, kimse olmasa yanımda bir - iki kişiden başka, onlar da hiç soru sormasa, bitene kadar yanımda dursalar sadece. Ama ağlayamıyorum. Yurttaki odamı bile özler oldum, sanki nefes alamıyorum.
Biliyorum, uyanınca geçecek dediklerimizden değil bu, uyanamıyoruz ve geçmiyor da zaten. Hoş, geçiyor da aslında, ömürle birlikte geçtiğinden çok da faydası olmuyor bu geçişin.
Ağlamak güzeldir biliyorum, ama gel gör ki, onu bile yapamıyorum...

22 Şub 2010

yorgunluk bir örtü, üstümüze örtülen...

Göz kapaklarımız ağırlaşır, hafif bir üşüme gelir sanki. Kıvrılıp yatsak kuytu - loş bir köşeye, o dakika uyuruz sanırız. Oysa o bir kaçıştır yalnızca. Cesur olanların fiilen yaptığı kaçışın "biz korkaklar versiyonu".
Bugün sevdiğim bir arkadaştan - galiba - bir veda mektubu aldım. Gidiyormuş. Haber vermesine mutluyum, gideceğine üzgün. Bir başkası - biliyorum - o en sevinçli haberini paylaştığı ilk insanların arasına beni de ekledi. Ne kadar sevineceğimi bilerek... Bıraktığım en gizli işaretlere kadar beni tanıyan bir başkası, en sevineceğimi bildiği sözleri yolladı bana bir başkasıyla.
Ama bu mutluluklar yorgunluğumu hafifletmiyor hiç. Sanki üstüme yüklenen tüm ağırlıklar beni o kuytu köşedeki derin uykuya sürüklüyor... Bilmiyorum yorgunluk mu üstümü örten yoksa kork(t)u(k)larım mı?

5 Şub 2010

yer yarılsın, gök açılsın...

Kış hiç bitmeyecek gibi... Ama bir yandan da günler uzuyor işte... Sanki hayat yadırgadığımız gerçeklere bizi alıştırmaya muktedir ve biz öylece kabulleniyoruz pek çoğunu sorgu sual etmeden.
Hep hayalini kurduğumuz gelecek geldiğinde ise, hayallerimizi elimizde tutmayı bırakıyoruz sanki. Hayat bizi kendi yolunda yürütüyor.
Dersler bitsin dedim, bitti. Kardeşimin okulu bitsin dedim, bitti. Milat koyduğum hikayeler başlamadı ama... Başlasınlar istiyor muyum, onu bilmiyorum. Ben bu milatları koyarken, koşullar böyle değildi çünkü. Şimdi sanki biraz ürkek, biraz kolu kanadı kırık gibiyim. Hani o heyecan, hani o yeni bir çizgi çekip yeniden koşmaya başlama planı? Bir şeyleri daha koyuyorum önüme, bir şeyleri daha erteliyorum. Korku mu, alışkanlıklar mı sebep? Bilmiyorum. Öte yandan başka planları da öne çekiyorum anlayamadığım bir cesaretle. Ve bir şeyler, birileri vazgeçip - ya da yeni kararlar alıp - gidiyor başka yerlere...
Hayat mı bizi kontrol ediyor, biz mi hayatı bilmiyorum. Ama belki yer yarılsa ve gök açılsa daha iyi olur ki, bize biraz boşluk kalır bir nefes almalık... Zira bahar gelene dek, havaya ihtiyacımız var.

1 Şub 2010

Umudum geldi geri...

Canım cancaazım döndü aramıza. Havada bir bahar aydınlığı, bende bir tedirginlik - bir süre sonra çözüleceğini bilsem de şimdiki çözümsüzlüğünden endişe etmemeyi başaramadığım - hali mevcut.
Aydınlık gülüşü geldi hayatımın. Güvenilir sığınağı, kuytusu... Hoş geldi.
Bir de daha çok yanında olsam keşke, kıvrılıp yanına otursam, öyle film izleyip konuşsak, o sigarasını içse ben az iç desem...
Bir başkasının çaresiz çırpınışlarını gördüm bu arada. Hayatın beni yormasına - ama yazık ki şaşırtmamasına - öyle alışmışım ki... Tepki veremedim. Bir başkası bir hüzne kapısını aralarken anıların eşyalara yüklediği anlamları anlattı, bir diğeri bir buhranla aynı eşikten ters yöne girmeye çalışıyor, umutsuzca. Paylaştıklarına söylenecek söz çoktu, diyemedim. Kalbini örseleyen bir de ben olmak istemedim.
Bir kitap aldım sonra, çocukluktan kalma bir ders kitabı... Mavi karton kapaklı. Sayfaları çevirdim, gülümsedim. Ne güzel çocuklardık...
Umudum geri geldi, her şey daha güzel olacak artık.

15 Oca 2010

Yılların birikimi bu günlere meyve mi veriyor?

2010 tahminimden çokça hızlı başladı. Kalp çarpıntıları, endişe, telaş, korku, hüzün. Milli Piyango, neşe, sevinç. Oyun, keyif, eğlence...
Sonra sanki bir başarı öyküsünü yazarmışım gibi önüme serilmeye başladı çiçekler. Sanki bir kaç adım sonra hayat bambaşka bir yöne evrilecek yepyeni ışıklı bir yol önüme serilecek gibi...
Kimilerine göre abartılı olabilir tüm bu sözlerim, hele hele bu sözlere sebep haller öğrenilince, ama ben yine de güzel şeyler olacağının inancındayım.
Yine, yeni olmayan kararları aldım bu seneye başlarken, ama sanki bu kez kendimde yeni bir güç varmış, bu kez farklı olacakmış gibi hissediyorum. Ya da diğer olayların ışığı bu kararların başarısız geçmişlerini gölgede bırakıyor. Şimdilik bunu düşünmüyorum. Kısa, küçük adımlarla ilerlemenin güvenilir sıcaklığında devam ediyorum yola.
Gün geçtikçe, "iyi ki"lerim artarken, "acaba"larım bir mutluluk ışığı yayıyor çevreme biliyorum. Kendimi ışıktan bir hare ile yürür gibi hissetmemin, bu hissi devam ettirecek diğer tüm olayların tetikleyicisi olduğuna da inanıyorum üstelik. Hani o filmlerdeki gibi işte, "her şey çok güzel olacak"! Yürüyüşe çıkarken biriktirmeye başladığım taşları yolu kolaylaştırmak için kullanacağım günler gelmiş gibi...
Hayır, zor olan şeylerin hiç biri bitmiş değil daha, ama her geçmiş zorluğun bugüne bir kolaylık ve hatta bir güzellik sağladığını görmek zorluklara karşı durmayı kolaylaştırıyor.
Kış güneşinde baharı yakalamak dedikleri bu olsa gerek. Kar soğuğunda yürüyüş. Bir de yağmaya başlarsa, daha ne olsun ki?

4 Oca 2010

Sadakat ve ihanet nerede kesişir, nerede ayrılır?

Çok "Ezel"vari bir başlıkla yaptım girişi belki ama, yaşananlara başka söz yok söylenecek...
Çok soğuktu gece, herkesin derdi kendine büyüktü. Kimi paylaşılır, kimi paylaşılmaz. Kimi anlatılır, kimi - yazık ki - anlatılmaz... Dostluk sabır demek, dostluk paylaşmak ama bazen en çok susmak, durmak hiç bir şey yapmamak - ihanete bile sessizlikle karşılık vermek demekti.
Bir dostun ihanetine ortak olmak - ya da ihanete karşı durmamak - da ihanet sayılır mı bir başkasına? Yoksa dostluğa sadakat ihaneti kabul etmeyi, ihanete ortaklığa itiraz etmemeyi mi gerektirir? Bu sorularla boğuşup dururken, hayatın her yerinde - her saatinde kontrolü elden bırak(a)mamanın bende bir alışkanlık olduğunu hissettim derinden.
Çarpıştım, direnmeyle kabullenme arasındaki bıçak sırtını başarıyla aştım sandım. Gururla durdum, aklımla direndim büyük oyunlara, hep olduğu gibi galip geldim. Korktum, zorladım, zorlandım, yoruldum ama galip geldim. Galip geldiğime sevindim mi? Bilmiyorum.
Dostluğu kazanmak, ihanetten uzak durmak, olabildiğince herkese sadık olmak... Ne kadar kendimden havale ettim yine bilmiyorum. Ne kadar gitti daha ömrümden, ne kadar yaşlandım onu hiç bilmiyorum.
Hayatın kontrolünü bırakmak lazım belki, belki sonra canımız yanacak da olsa, sadakatleri boş verip ihanetlere eklenmek lazım. Kontrolün ardında kaybolan gerçekleri gören dostların ihanetlerine ortak olmak, bir kereliğine...
Sadakatle ihanetin o sırt sırta durduğu yoldan geçtim ben, hava çok soğuktu. Yağmur yağıyordu, ıslandım. Gece soğuktu, bizi sardı, biraz ihanet ettik, biraz sadık kaldık dostlara, dostluğa... Hava soğuktu, yağmur yağıyordu, gece bizi kollarına aldı.
Bir kırmızı gül...