23 Eki 2018

Az

Yazan: Hakan Günday
Yayınevi: Doğan Kitap / Roman Dizisi
360 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm 
İstanbul, 2011, 1. Basım


Sevenlerine karanlık sokakları anlatır Hakan Günday, acıyı, öfkeyi, kanı… Hep kötülüğü kelimeye döker sanılmasın böyle söyleyince. Aslında insanı anlatır. Çaresizliğini, yalnızlığını, korkularını… Mutluluk için verilen uğraşları… Kısacası, Hakan Günday hayatı anlatır.
Hakan Günday Cahit Sıtkı’ya göre yolun yarısını buldurmuştur belki ama yazacağı daha çok şey olduğunu düşünen pek çok seveni var. Yeni kitabı Az da bu dumanı üstünde tüten bir roman deyim yerindeyse. Bana sorarsanız gittikçe yerli yerine oturan, eşsiz üslubuyla tadına doyulmayan bir roman üstelik. Pekiyi, ne anlatıyor bu roman?
11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu "mezarlık çocuğu" Derda’nın hayatlarını anlatıyor. İkisinin de hayat boyu uğradıkları bir nevi felaketlerin – aslında hayatın kendisi bu Hakan Günday’a göre – bu iki çocuğu kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontup birbirlerine hazırlayışını anlatıyor.
İlk bölümünde Derdâ’nın gözünden büyüyen – küçülen – sonra yine büyüyen dünyayı okuyoruz. Arka sokaklarda yaşandığını düşündüğümüz tüm kötülükler, cinsel suçlar, sapkınlıklar, dayak, tecavüz, gasp, uyuşturucu, fuhuş, tek tek önümüze düşüyor ama kafamızı çevirip kaçamıyoruz, okumaya devam ediyoruz. Bir çocuğun sarsak, ürkek hayallerinin nasıl kaybolduğunu göre göre elimizde olmadan çeviriyoruz belki sayfaları. Sonra onun kurtuluşu yeni bir sayfa açacak sanıyorken önümüzde, başka bir çocuğun Derda’nın hikayesi başlıyor. Yine korku, yine acı… İlerledikçe sayfalar, Oğuz Atay uzatıyor satır aralarından başını. Önce yavaş yavaş sezdirmeden görünürken, sonra ulu orta önümüzde dikiliveriyor. Ve belki de esas o zaman Araf’ta bekleyen okuyucularını da çekiveriyor öyküsünün içine. “Korkuyu Beklerken”i düşündürüp gülümsetiyor, Oğuz Atay’ı düşündürüp hüzünlendiriyor.
Kitabın soru işareti yaratan bir tarafı içindeki tesadüfler… Dünyanın küçük oluşuna inanmak için mi bu kadar çok tesadüf var romanda, yoksa zaten gerçekten öyle olduğu için mi? Ben içinden çıkamadım.
Hakan Günday giderek sadeleştirdiği dili ile kelimelerin yükünü azaltıp, kahramanları yükleriyle çıplak bırakıyor. Her ne kadar eskiye nazaran daha sakin bir üslup kullanmış olsa da – bence – yine de okurken kahramanların öfkesini suratınıza çarpmayı beceriyor. Hal böyle iken, bu kitabı sakin sakin dinlenmek için kitap okumayı düşünenlere, deniz kenarında tatil keyfine gitmişken okuyacak kitap arayanlara tavsiye etmiyorum.
Ama eğer dışarıda yaşanan hayatın görmediğimiz yüzlerini okumaktan korkmayan, sorgulayan, kurcalayan, rahatsız olan, rahatsız edenlerdenseniz; işte o zaman sizlere bu kitabı tavsiye ediyorum.
Ve tıpkı romanda olduğu gibi, romanın içinden, ben de soruyorum:
“Ben buradayım sevgili okuyucu, peki ya sen neredesin?”*


*Oğuz Atay.

** Ekim 2011 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.

Kafes

Yazan: Mario Fratti
Çeviren: Özcan Özer
Yöneten: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturgi: Hilmi Zafer Şahin
Sahne Tasarımı: Aysel Doğan
Işık Tasarımı: F. Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı: Aysel Doğan
Efekt: Ersin Aşar
Oyuncular: Caner Candarlı, Esra Ede, Hikmet Körmükçü, Mert Turak, Murat Taşkent, Senan Kara Tutumluer, Tolga Coşkun, Yalçın Avşar

Aslında hepimiz birer kafesin içinde değil miyiz? Oyun başlarken dile gelen ilk cümle buydu sahneyi gördüğümüzde… Sahnenin yarısını kaplayan bir kafes ve onun içinde dışarıda yaşanan hayata sırtını dönmüş bir adam.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Mayıs 2009’da ilk kez sahnelediği bu oyun İtalyan yazar Mario Fratti’nin ses getiren oyunlarından biri. Yönetmeninin de şehir tiyatrolarında yönettiği ilk oyun. Sahnede, yaşı göz ardı ederek, genç bir ekibin olduğunu görüyoruz. Oyuncuların çoğu sizi gerçekten o karakter olduğuna ikna ediyor çabucak. Sahne düzeni – dekor konusunda coşkulu bir yorumda bulunamam ancak müzik ve oyunculukları çok başarılı bulduğumuzu söylemeden de başlamak olmaz oyundan bahsetmeye…
Dünyadan, yaşamın ve bireylerin yozlaşmasından, insanların ikiyüzlülüğünden, her şeyin çıkarlara dayalı olmasından bunalan Christiano, tüm bunları protesto etmek, bu sevmediği hayattan uzak durmak için evin ortasında yaptığı bir kafese kapatmıştır kendini. Sürekli okuduğu ve hatta ezbere bildiği Anton Çehov’un yapıtlarından yola çıkarak, gündelik yaşamın her anının anlaşılabilir – anlam kazanabilir olduğuna inanmakta, hayatın her yerini Çehov’la öngörülebilir kabul etmektedir. Ve elbette ki bu durum “dış dünya”daki insanların kendisini “deli” zannetmesine yol açmaktadır. Kadınlardan, aşktan, gündelik sorunlardan, paradan, dünyevi çatışmalardan uzak kalmaya çalışan Christiano, aynı evde yaşayan ağabeyi Pietro’nun mutsuz bir evlilik sürdüğü Chiara’ya ilgi duymaya başlar. Onu kafesten çıkarmak için o zamana kadar çaba gösteren Anne, bu “duygusal” ilişkiyi gözlemesi sonucu, kararını değiştirir, kafesin anahtarını sürekli ondan uzak tutmaya ve Christiano’nun kız kardeşiyle birlikte onları kollamaya başlar.
Oyun hemen her zaman çevremizde gördüğümüz o yalnız, kendini ahlaki çöküntülerle sarılmış hisseden insanları anlatıyor biraz. Hepimizin bir kere aklından geçmiş olan sözüm ona “çok doğru, çok dürüst” insanlarda bile var olan o ikiyüzlülüğe kafayı takmış bir adamı anlatıyor. Çocuklarına verdikleri öğütleri kendileri tutmayan anne – babaları, başkalarında ayıp saydıkları davranışları kendi sevdiklerinde haklı sayanları (yahut en azından bir bahane ile temize çıkaranları) kafanıza takanlardansanız siz de, kafesteki adamı anlamaya bir adım daha yakın oluyorsunuz. Oyuna 1 – 0 önde başlıyorsunuz yani… Oysa oyun ilerledikçe bütün bunların farkında olmanın, kafayı bu tarz olaylara “takmanın” kendimize duvarlar ördüren, bizi “iç”imize çeken güç olduğunu anlıyorsunuz. Bu durumda hayatla skorunuz eşitleniyor, 1 – 1 oluyorsunuz. Sona doğru ilerledikçe aynı dili konuştuğumuz insanları, “bizim gibileri”, etrafımıza toplamanın; kendi benzerini aramanın hayatın en temel gerçeği olduğunu görüyorsunuz. Her şeye rağmen “biz” olmanın “ben” olmaktan daha çekici olduğu su götürmez gerçek. Ama işte belki de en ince ayrıntısı burada oyunun: Öylesine yalnızlaşmış ve kabuğuna çekilmiş olunca insan, diğerlerini o “biz”e katma çabası öyle ağır basıyor ki, bazen sadece bu yalnızlığı delmek için “olmaz”ları oldurmaya çalışıp bir kez daha hayal kırıklığına uğrayabiliyorsunuz. Üstelik öylesi bir kırık oluyor ki bu kez, ne kadar yapıştırmaya çalışsanız tutmuyor, tutunamıyorsunuz.
Öte yandan bir de “dış”ı var bu “iç”in. Bir süre sonra kendinizi içine hapsettiğimiz o duvarlar – kafesler, öylesine “normal” geliyor ki etrafınızdaki insanlara, gün gelip siz o kafesten çıkmak istediğinizde, bunun sizin hakkınız değil, onların size bir lütfu olacağını düşünüyor ve önünüze bir set de onlar çekiyorlar. Artık o duvarı da geçmek zorundasınız kendi koyduğunuz duvarlardan başka. Skor 1 – 2 oluyor, yeniliyorsunuz.

Oyun biterken kendinizle çokça hesaplaşmış ve aklımızda bir soruyla kalkıyorsunuz ayağa: “Aslında hepimiz kendi yarattığımız birer kafesin içinde değil miyiz?”

* Ocak 2010 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.

11'e 10 Kala

Yönetmen: Pelin Esmer
Senaryo: Pelin Esmer
Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken
Yapım: 2009, Türkiye / Almanya / Fransa, 100 dk.
Yapımcı: Nida Karabol Akdeniz,  Pelin Esmer,  Juliette Sol, Tolga Esmer
Oyuncular: Nejat İşler, Mithat Esmer, Tayanç Ayaydın, Laçin Ceylan, Savaş Akova, Sinan Düğmeci

Bazı olaylar vardır ki, nerede başlamıştır bilinmez, nerde bittiği bilinmez. Hangisi öncedir, hangisi sonra, bilinmez. İlk ne zaman biriktirmeye başlar insan o defterleri, hatırlamaz çoğu zaman… Renk renk kalemler nasıl dizilmiştir sıra sıra, hatırlanmaz… Bazen ama, iş büyüyüp çığırından çıkınca, her şey üst üste birikse bile geriye kalanlar sadece ve sadece hatıralar olur.
Koleksiyon yapmak bazı insanlar için sadece hobi iken bazıları için ise hayatının temellerine yürür, her yanını sarar. İşte Mithat Bey’de de böyle olmuştur. Emniyet Apartmanı’nın dördüncü katında tek başına yaşamaktadır Mithat Bey. Koleksiyonu uğruna karısından, hayatından vazgeçmiş, yeni bir hayat oluşturmuştur kendisine. Ev, onun için bir yaşam alanından çok, oluşturduğu değişik koleksiyonlarını sakladığı bir yere dönüşmüştür. Her zaman koleksiyonlarını karşısına çıkan her türlü tehdide karşı korumayı başarmıştır. Karısına, kardeşlerine, yeğenlerine… Koleksiyonuna eklenecek en küçük bir parça için İstanbul’un her noktasına gitmeye hazırdır. Öylesi bir aşktır onun koleksiyonlarına duyduğu…
Ali ise köyünden kalkıp ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmiş ve Emniyet Apartmanı’nda kapıcı olmuştur. İstanbul, Ali için apartmandan ve apartmanın çevresinden oluşmaktadır. Kızı kapıcı dairesindeki rutubet yüzünden astıma yakalanınca, yaşama koşulları iyileşinceye kadar ailesini köye geri göndermiştir ve yalnız başına kalabildiği zamanlarda bu apartmandan kurtulmayı düşlemektedir. Apartmanın diğer sakinleri ise hem deprem endişesi, hem de daha değerli bir eve sahip olma arzusuyla binayı yıkıp yerine yenisini yaptırmanın yollarını aramaktadır. Onlar bugünü yaşamaktadır. Yarın için yaşamaktadır. Mithat Bey ise sadece koleksiyonları için…
Bu taşınma – yıkım hikayesi Mithat Bey ile Ali’yi bir yolda buluşturur. Mithat Bey her ne kadar taşınma gerçeğini kabullenmese de, koleksiyonlarının zarar görmemesi için onları korumaya – kutulamaya, sınıflandırmaya, kaldırmaya – karar verir ve bunun için de Ali’nin yardımına ihtiyaç duymaktadır. Ali ise yeni bir işin derdindedir ve biraz daha fazla paranın… Farklı kaygılarla başlayan ilişkileri iki adamın giderek yakınlaşmasına sebep olur. Birbirlerinin kaderlerini hiç farkında olmadan değiştirmeye başlarlar…
“11’e 10 Kala”, “Oyun” adlı belgeseliyle uluslararası üne kavuşan Pelin Esmer’in ilk uzun metrajlı filmi. Film “16. Uluslararası Altın Koza Film Festivali”nde “En İyi Senaryo Ödülü”nün sahibi oldu ve aynı zamanda “En İyi Film Ödülü”nü “Köprüdekiler” ile paylaştı. “İstanbul Film Festivali”nde “Jüri Özel Ödülü”nü aldı.
Pelin Esmer'in bu ilk filmi, daha önce “Koleksiyoncu” adlı kısa filmine de konu ettiği amcası üzerine kurulu. Mithat Bey’in alışkanlıkları hastalıklı da olsa, bir hayat çizgisini – ki bize çok da garip gelmeyen bir hayat çizgisini – gösteriyor. Ali’nin davranışlarında ise, her an her yerde çokça gördüğümüz yozlaşmaktaki insanın ipuçlarını görüyoruz. Koleksiyon Mithat Bey için her şeyken, Ali bu kadar yakınında durmasına rağmen, onun esas değerini anlayamaz, anlarız bunu. Koleksiyonun eksiklerinin tamamlanmasının önemini kavrayamaz bir türlü.
Böylece “Eksik”  diye tanımlanan şeylerin, “neye göre, hangi koşular altında” eksik olduğunun altını çizerken görürüz Ali’yi, kendisi hiç de farkında değilken üstelik…
Ve “yalnızlık” gelir bazen. Gitmez… Kalır. Yalnızlığa ortak edinilen sessiz sedasız dostları olur o zaman insanın. Gazeteleri, radyosu, kasetleri, kitapları, oyuncakları, kâğıtları, kalemleri, içkileri… Kendisini azıcık da olsa anladığını sandığı insanlar olur bazen bir de. Ama yazık ki, yalnızlık gelmiştir, gitmez. O insanlara gelirsek eğer, onlar size eksiklerinizi verip sizi daha çok eksilterek giderler. Yalnızlık? Gitmez o, kalır…

Farklı bir Türk sineması örneği izlemek isteyenlere “11’e 10 Kala” tavsiye olunur. Bir dahaki sefere kadar, keyifle…

* Kasım 2009 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.

Mamut

Yönetmen : Lukas Moodysson
Senaryo: Lukas Moodysson
Yapımcı:
Oyuncular: Michelle Williams, Gael García Bernal, Thomas McCarthy,
Sophie Nyweide, Marife Necesito
Görüntü Yönetmeni: Marcel Zyskind 
Müzik:
Yapım : 2009, İsveç / Danimarka / Almanya , 125 dk.

Kariyer her şeye yeter mi? Tüm eksikleri tamamlar mı para? Çocuğunun büyümesini  göremeyen bir anne ne kadar zengin olabilir ki kazandıklarıyla? Sevdiklerinden uzakta bir adam ne kadar yaşayabilir, dikkatini hep uzakta kalanlara vererek?

Tom ve Ellen, New York’ta yaşayan, varlıklı ve başarılı bir çifttir. İkisi de ayrı ayrı başarılıdır, bir de kızları vardır: Jackie. Tom, bir oyun sitesinin yaratıcısıdır, etrafındakilerin deyimiyle “bir dahi”. Ellen ise bir cerrah. Jackie astronomiye düşkündür, gezegenlere, toz ve gaz bulutlarına. Ama bütün bunlara olan ilgisini en çok paylaşabildiği kişi bakıcısı Gloria’dır. Gloria ise çocuklarını Filipinlerde bırakıp Amerika’ya para kazanmaya gelmiştir. Çocuklarını rahat ettirmek için, onlarla birlikte olmaktan vazgeçmiş, çocuğuyla birlikte vakit geçiremeyen bir başka kadının, Ellen’in çocuğuna ikinci bir anne olmuştur. Tom Tayland’a bir iş gezisine gidince ve gezi hesapta olmayan bir şekilde uzayınca herkesin hayatındaki o yavaş ama önemli, değişim gözler önüne serilir.

Ellen kızının kendisinden çok bakıcısı ile vakit geçirip ona bağlandığını anlar. Öte yandan kızıyla daha fazla vakit geçirme şansı da yoktur Ellen’in. Garip bir şekilde Gloria’yı kıskanır. Oysaki Gloria Filipinlerdeki çocuklarının özlemiyle elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmaktadır. Her gece çocuklarından uzakta uyuyan bir annedir o da sadece, ama bir başka kadının yanında, o kadının kendi çocuğundan daha yakını olarak... Tom ise Tayland’da yaptığı gezide tüm bu koşturmacaların hayatlarımızı ne kadar hızla harcadığını kavrar. Belki biraz daha hayatın tadını çıkarmayı öğrenir, biraz daha durup bakmayı, yaşamayı. Ancak her yeni öğrenilen bir kapıyı çekip çıkmak gibidir hayatta. Bir daha geri dönmemek üzere çıkılan bir kapıyı…

Şimdilik sadece 28. İstanbul Film Festivali izleyicileriyle buluştuysa da yakın zamanda gösterime girmesini umut ettiğim bu film, Daima Lilya ve Yüreğimde Bir Delik adlı çalışmalarıyla İsveç sinemasının dünyada adını en çok duyuran yönetmen Lukas Moodysson’a ait. Mamut, yönetmenin tanınmış oyuncularla, yüksek bütçeyle ve İngilizce çektiği ilk film. Üç farklı kıtada, üç yıla yakın bir sürede çekilen film, bugüne kadar çekilmiş en büyük çaplı İsveç filmleri arasında gösteriliyor.


Gündelik hayatı, pek çoğumuzun içine düşüp mücadele ettiği o çılgın koşturmacayı anlatıyor film. Hepimizin yaşadığı sabah erken kalkmaları, sevdikleriyle vakit geçirememeyi, durup düşününce neyi neden yaptığını karıştırmayı…

Hep yarına ertelediğimiz şeylere vurgu yapıyor film. Sevdiklerimizle vakit geçirmeyi, birlikte yıldızları seyretmeyi mesela, sevdiklerimiz için – buna kendimiz de dâhiliz – yemek yapmayı, bir tatile – o olmadı bir yürüyüşe – çıkmayı nasıl sürekli ertelediğimizi görüyoruz ekranda. Hani o bütün şiirlerde okuduğumuz hayatı ıskalamayı anlatıyor, hep ötelediğimiz hayatımızı gösteriyor bize. Belki de çok basit bir noktaya dikkat çekiyor aslında hepimizin sıkça unuttuğu: Her seçiş bir vazgeçiştir*, ve seçtiklerimiz kaybettiklerimizin yerini doldurmayabilir.

“Ne seçtiğinize dikkat edin, seçiminiz vazgeçtiklerinize değsin” diyor bence film ve ekran kararıyor.

Keyifli seyirler…


* Blaise Pascal.

* Mayıs 2009 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.

Devrim Arabaları

Yönetmen: Tolga Örnek
Senaryo: Tolga Örnek, Murat Dişli
Oyuncular: Taner Birsel, Ali Düşenkalkar, Halit Ergenç, Sait Genay, Altan Gördüm, Vahide Gördüm, Seçil Mutlu, Serhat Tutumluer, Onur Ünsal, Uğur Polat,  Selçuk Yöntem, Cengiz Bozkurt, Levent Can, Altan Erkekli, Haluk Bilginer
Yapımcı: Türker Korkmaz
Görüntü Yönetmeni: Hasan Gergin
Müzik: Demir Demirkan
Yapım: 2008, Türkiye 

Siz, hiç, bir umuda gün saydınız mı? İmkansıza varmak isterken vakit hem çabuk geçmesin, hem de kanatlanıp uçsun istediniz mi? Siz, hiç, bir şeye inandınız mı?

Sene 1961. Kendi boyunu ölçmeye çalışan ülke, Türkiye, bir Otomotiv Kongresi’nde yerli üretim bir otomobil yapma kararı alır. Karar dediğimiz, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in verdiği emir... Bu yapım işi TCDD işletmesine verilir, ancak maddi imkansızlıkların, inançsızlıkların yanında bir başka sorun daha vardır: Süre. Cemal Gürsel otomobilin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetişmesini ister. İşte Devrim’in hikayesi böyle başlar.

130 günlük bir maceradır yaşanan, ama bir ömür boyu hayatlarının mihenk taşı olarak – buruk da olsa – gururla içlerinde taşıyacakları bir 130 gündür bu, Devrim’i yapan o mühendisler için. Eskişehir’de Cer atölyesinde hayatların birbirine perçinlendiği bir yolculuk olur bu 130 gün. Umutsuzların, kötümserlerin, telaşlıların, küskünlerin, romantiklerin, görmüş geçirmişlerin, çiçeği burnunda hayallerinin peşinde koşanların... Hepsinin birleştiği yerdir Devrim. Geceyi gündüze katıp, zamanı koşarken; her zaman kalplerinde taşıyacakları anıları biriktirirler, hayatı öğrenirler; yanılmayı, direnmeyi, yılmamayı, çaresizliği...

Ellerinde araba yapmak için ne bir makine, tesisat ne de yeterli para, eğitim, zaman vardır. Bir umutları, bir inançları, bir de içlerinde o “olana bitene kafa tutan” inatçı çocuklar... Bu imkansızlıkların yanında bir de “çar çur edilen paranın” müsebbibi görülmeleri, inançlarında yalnızlıkları işleri iyice zorlaştıracaktır. Ama bu insanlar, pes etmeyecek ve Devrim’i yaratacaklardır hiç yoktan.

Oyuncuların her biri – incelikle – bir kesimini yansıtıyor toplumun. Genci, yaşlısı, mükemmeliyetçisi, kötümseri, okumuşu, alaylısı, kibarı, kaba – sabası, idealisti, umudunu tüketmişi... O zamanları hiç yaşamadım elbet ama tahminim, zamanın soluğunu oldukça iyi verdiği bize. O işçi tulumları, takım elbiseler, kravatlar, şapkalar, sigaralar, sokaklar, dükkanlar... Hepsi o zamana inandırıyor insanı, 1960’ların Türkiye’sinde bir atölyede yaşıyorsunuz o yüz onbeş dakikayı...

Sene 2008. bir zamanların “toplu iğne bile üretemeyen” Türkiye’si çok yol aldı. Şimdi ürettiği pek çok şey var bu ülkenin; ama hala üretemediği umut, inanç. Gökyüzünün mavi olduğuna, iki kere ikinin dört ettiğine inanıyor da; hala, hala kendine inanmıyor. – Belki de inanmak istemiyor, ta o zamanlardaki gibi. Ya da sırf o kendine has cevvalliğinden, küreselleşme, dünyaya açılma ile kendini geliştirme, kendine inanma, önce kendine güvenip yaratamaya üretmeye çalışmanın arasındaki o ince çizgiyi, o paha biçilmezliği gereğince değerlendiremiyor. Neticede jiletten jete her şeyi üretse de, kendine inanmayı, güvenmeyi, birbirine destek olup önüne açmayı çoğu zaman pek beceremiyor hala.

Ekran kararıyor, müzik duyuluyor yeniden, oyuncuların, yönetmenin, ışıkçının, çizerlerin, montaj yapanların, makyözlerin... isimleri akıyor perdede. Ayağa kalkarken koltuklarımızdan, hepimizin aklından inandıklarımız, hayal kırıklıklarımız geçiyor belki. Sonra filme damgasını vuran o sözler: “Ya yaparsak?”


Siz, hiç, bir umuda gün saydınız mı? İmkansıza varmak isterken vakit hem çabuk geçmesin, hem de kanatlanıp uçsun istediniz mi? Siz hiç her şeyin değişeceğini, emeklerinize değeceğini düşleyip, sonunu bilmediğiniz bir yola girdiniz mi? Siz, hiç, bir şeye inandınız mı?

* Kasım 2008 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.

Ares

Kurbanının kanı üstünde kurumuş bir mızrak tutuyordu elinde. Muzaffer gözlerle ileriye bakıyordu. Herkes sadece kan için yaptığını zannederken her şeyi, o, biliyordu uğruna savaştığı kan döktüğü sevdayı. İntikamdı o.

Yunan mitolojisinde 12 tanrının arasında yer almasına rağmen adı çok geçmeyen bir tanrıdır Ares. Savaş Tanrısı. Annesinin Hera, babasının Zeus olduğu bilinir. Böyle bir çiftten doğacak çocuğun başka türlü olması mı beklenirdi bilinmez ama hep bir kenarda sevilmeyen bir tanrı olmuştur. Bir başka söylenceye göre Zeus'un Athena'yı yaratmasına karşılık Hera'nın yer yüzünü tekmelemesi ile meydana gelen yarıktan çıkmıştır Ares. Akbaba ve köpek kutsal hayvanlarıdır.
Genel inanışa göre baba bir kardeşi Athena da savaş tanrıçası sayılsa da o akılla savaşlara dâhil olduğu için Ares’ten ayrı tutuldu hep. Sevildi sayıldı adına tapınaklar yapıldı. Ares ise Athena’nın aksine savaşları akıl ve mantık yoluyla değil, kaba kuvvet ve güçlü askerlerle kazanılabileceğini savundu. Bu yüzden de Ares için tapınak yapanlar, ona saygı gösterenler sadece savaşçı bir millet olan Romalılar oldu. Hatta öyle ki Romalılar Ares’i kendi ataları kabul ettiler. Ataları saydılar. Roma'nın kurucusu Romulusun efsanevi babası olan Merih (Ares) Romalılar tarafından ataları olarak benimsenmiştir. Ama kendisine bu ihtimamı gösteren sadece Romalılar olarak kaldı tarihte.
Romalılar tarafından Mars olarak bilinir ve cesur, yakışıklı, yiğit bir savaşçı olarak resmedilir. Ancak bu ihtimam az önce de belirttiğimiz gibi sadece Romalılardan gördüğü bir lütuftur. Roma’da savaş tanrısı olmaktan başka, tarım ürünleri ve hayvanlarında koruyucusuydu. İlkbaharın ve savaş mevsiminin başlangıcı sayılan Eski Roma takviminde ilk ay olan Mart, ona adanmıştı. Roma'da Mars'ın onuruna şenlikler yapılır yarışmalar düzenlenirdi. Roma imparatorlarından Agustus Caesar, Julius Sezar’ın katillerini yenilgiye uğrattıktan sonra aynı zamanda öç alma duygusunu simgeleyen Mars için iki tapınak yaptırmıştı.
Roma’da böylesine sevilen Ares Atina’da aynı muameleye layık görülmezdi. Aksine Atina'da adam öldürenler ve dini suç işleyenler Aeropagos yani Ares Tepesi olarak isimlendirilen bir tepede yargılanırdı. Ve Yunanistan başta olmak üzere adına tapınak bulmak neredeyse imkânsızdı.
Ares savaştan ve kan dökmekten hoşlanır. Silâhlıdır; miğferi, miğferinin üstünde insana korku hissi veren bir sorgucu vardır. Dövüşen savaşçıların arasına şiddetle atılır. Savaşçıları kırar geçirir. Bağırdığı zaman savaş alanı baştanbaşa çınlar, dokuz bin kişinin nâra attığı sanılır. İnsanların birbirlerine girmesini, dereler gibi kan akmasını çok sever. Bu yüzden insanların kalplerine kin ve nefret sokar. Kör bir cesarete ve olağanüstü bir kuvvete sahip olduğundan kavgalara korkunç naralar atarak girer, kılıcını sağa sola savurur, durmadan adam öldürür. Kana susayan bir tanrı olduğundan geçtiği yerlere ölüm ve felaket saçar. Ares’in ayak bastığı yerlerde ot bitmez; onun girdiği ülkelere uzun yıllar bahar gelmez. Hep kan ve gözyaşı götürür gittiği bütün ülkelere. Bu yüzden insanlar savaş tanrısını hiç sevmezler.

Savaş Tanrısı olup da Truva Savaşı’na karışmamak olur mu? Olmaz elbet ancak diğer tanrı ve tanrıçalar birlik olunca Truva’yı kurtarmaya cesur gözü pek Ares'in de gücü yetmemiştir. Üstelik Ares’in Truva savaşına karışması da Olympos'un tanrılarının hiç hoşuna gitmemiştir, özellikle de Hera'nın. Ares, Truva’nın yanında savaşa katılıp Yunanlıları öldürmeye başladığında eski bir defter yeniden açılır. Truva kralının çapkın oğlu Paris, üç güzeller yarışmasında Hera'yı değil Afrodit'i güzel seçmiştir. Truva savaşının nedenlerinden biri de zaten budur. Hera, doğrudan savaşa müdahil olmadan önce Zeus'un iznini ister. Zeus, karısının karışmasına izin vermez ama aynı yarışmanın diğer mağduru Athena'nın karışmasına izin verir. Athena'da Ares'ten en az Hera kadar nefret etmektedir. Savaşçılığıyla ünlü kahraman Diomodes'e destek vererek Ares'in üzerine saldırmasını sağlar. Ares, görmediği Athena'nın varlığını anlamadığı bir şekilde elinden mızrağı düştüğünde fark eder. Bu fırsatı değerlendiren Diomodes Ares'i yaralamayı başarır ve Ares Truva savaş meydanından çekilmek zorunda kalır. Sonrasında zaten Truva’nın çöküşünü bilmeyen yoktur.
Hakkındaki öykülerden biri oğluna ilişkindir.  Aslen Trakyalı olduğu söylenen tanrı, Trakyalıları Amazonlara karşı kışkırtır. Çıkan savaştan zevk alarak önüne geleni öldürürken kendisi adına kafataslarından bir piramit inşa eden oğlu Kyknos'un ölüm haberi gelir. Kyknos, piramidi tamamlamak üzeredir. Zirvede tek bir kafatası için boş yer kalmıştır. Teselya kralının kafasıyla zirveyi tamamlamayı düşünürken, Herkül'ün oradan geçtiğini görür. Çıkıp Herkül'e meydan okur ve Herkül onu öldürür. Bu haberi alır almaz savaş arabasına atlayan Ares, kendisini kafatasından tapınakla onurlandıran oğlunun intikamı için Herkül'ün üzerine saldırır. Ancak Herkül tarafından alt edilir. Sert geçen kavganın ardından Herkül bariz bir üstünlük kazanarak Ares'i kaçmak zorunda bırakır. 
Bir başka söylencede ise bir küpe hapsedilir. Günlerden bir gün Olympos tanrıları ziyafetteyken müthiş gürültülerle ayağa fırlarlar. Bir türlü Olympos tanrıları arasına kabul edilmeyen, bir ölümlüden doğan dev cüsseli Poseidon'un oğulları Othos ve Ephialtes tanrılara savaş açmışlar, gökyüzünü fırlattıkları dev kayalarla bombalamaya başlamışlardır. Üstelik cüretkâr yarı tanrı bu iki dev, sadece Olympos'a kabul edilmeye diğer tanrıları zorlamakla kalmayıp, en güzel tanrıçaları Athena ve Hera'yı da isterler.Hera ki Zeus'un karısıdır bilirsiniz. – Zeus çok sinirlenerek bu işi halletmesi için Ares'i görevlendirir. Athena'nın alayları arasında savaş arabasına binen Ares, hışımla iki devin üstüne saldırır. Ancak, bir an tedbiri elden bırakır ve kalkanını indirir. Bu sırada devlerden birinin fırlattığı kaya Ares'i bayıltır. İki dev Ares'i tunçtan bir küpün içine kapatırlar. Ares'i diğer tanrılar hiç sevmeseler de iki güçlü tanrıçaya göz koyacak kadar yoldan çıkmış bu iki devin kazanmasını da istemezler. Tanrıların habercisi Hermes uzun aramalardan sonra 13 ay sonra ölmek üzereyken Ares'i bulur. Ares tekrar güneş ışığını gördüğünde Othos ve Ephialtes'in cezası çoktan verilmiştir. Ölüler diyarında yılanlar tarafından bir sütuna bağlanmışlardır. Yılanlar her defasında dayanılmaz acılar veren zehirlerini boşalttıkları ısırıklarla iki devi rahat bırakmazlar, omuzlarına tüneyen baykuşlar ise devamlı öterek beyinlerini tırmalarlar.
Her ne kadar sevilmese de dünyanın yönetimini tamamen elinde tutmuş insanlara her türlü korkuyu ve acıyı tattırmıştır. Amacına ulaşan Ares Olympos’a girdikten sonra Zeus’la son anlaşmasını yaparak artık hiç bir tanrının dünyaya karışmaması zorunluluğu koyar. Eğer Zeus bu şartı kabul etmezse Olympos düşecektir ve Ares dünyanın hâkimi olacaktır. Fakat Zeus Ares’in şartını kabul eder ve dünyaya giden kapıların hepsini kapatır. Ve böylece Ares de babasının Olympos’ta hâkimiyetini sürdürmesine izin vererek ona bağlı kalmayı sürdürür.
Ares’in bir başka söylencesi ise pek tabi Afrodit ile olandır. Ares pek çok kadınla ilişkisi olduysa da – bunlara tecavüzler dâhil – aslında tek bir kadına, Afrodit’e bağlandı, ancak aşkları uzun sürmedi. Çünkü Afrodit’in kocası Hephaistos Helios’un uyarısıyla şüphelendi ve bir ağ örerek – demir muhtemelen, çelik o zamanlar yoktur - Ares ve Afrodit'i suçüstü yakaladı. Bir sabah Lemnos adasına gideceğini söyleyerek evden ayrıldı. Yatağın altına da görünmeyecek şekilde bu ağı bıraktı. Ares ile Afrodit sevişirken ağlar üzerlerine düştü ve yataktan kıpırdayamaz hale geldiler. Onları bu ağla hapseden Hephaistos Olympos’lu tanrılara gösterdi. Onları bu durumda gören tanrıları "durdurulamaz bir gülme" aldı. Bunun üzerine Ares Trakya’ya, Afrodit ise Kıbrıs’a kaçtı.
Afrodit ile olan birlikteliklerinden pek çok çocukları oldu. Bunlar; Harmonia (Uyum), Eros (Tutkulu Aşk, Sevda), Phobos (Korku), Deimos (Dehşet), Adrestia (İntikam), Anteros (Karşıt Sevgi). Bunlardan Eros, Harmonia ve Anteros daha çok iyi tarafı temsil ederken diğerleri Ares’in savaşlarında büyük yardımcısı oldular.
Akıl hocaları olarak Themis (İlahi Adalet), Nike (Zafer), Dike (Adalet)’ten yardım aldığı söylense de yandaşları onun gerçek eğilimlerini gösterir diye inanılır. Ki bir göz atılırsa refakatçilerine inanışa ters düşmediği de görülür kolayca: Achlys (Ölüm), Androktasiai (Kıyım), Alala (Savaş Narası), Eris (Nifak), Enyo (Felaket), Hebe (Gençlik), Homados (Savaş Gürültüsü), Hysminai (Kavga), Kydoimos (Kargaşa), Keres (Ölüm Ruhları), Makhai (Savaş Ruhları), Palioxis (Geri Çekilme), Polemos (Savaş), Proioxis (Saldırı).
Kendisi hakkında iki satır iyi söz bile bulunamazken belki sırf Trakyalı diye, bir hem şehri bağlılığıyla, severim ben Ares’i. O gözü pekliği, hiçbir şeyin sonunu düşünmeden hesapsızca savaşa dalışı, içten pazarlıklı değil olduğu gibi olması sebebiyle…
Evet, kötüdür Ares, kana düşkündür, ama olduğu gibidir, diğer tanrılar gibi ayak oyunları yapmaz, belki bu yüzden de severim kendisini ben. Kimse sevmedi diye onu… Diğer tüm kötülükler unutulup “kol kırılır, yen içinde kalır” misali unutulduğu için silip atamam… Her ne hal ise, o da diğerleri gibi bir tanrı’dır işte, diğerlerini öve öve bitiremeyip bunu taşlamak olmaz diyerek bu sayıda da Ares’e yer vermek istedim. Yoksa elbet savaşmayalım derim!
(Gizli itiraf, Ares’i sevmem zamanında Herkül ve Zeyna – özellikle Zeyna – dizilerindeki Ares’ten kelli olabilir…)

Bir sonraki sayıya dek var olan en mükemmel düzenle, Kaos’la kalınız ve adaletli davranmayı unutmayınız… Sevmediklerinize bile…

Çınlıyordu gök, savaşçılar doldurmuştu alanı. Truva yıkılmamış, direniyordu. Bir tek insanların değil tanrıların da kavgasıydı Truva. Sadece Hector, Achilleus, Paris değil Athena, Ares, Zeus ve Hera’da oradaydı aslında. Sadece, hepsi bunu bilmiyordu, o kadar… Diomodes’in vuruşuyla yere düştü Ares, ve o zaman anladı oradaki tek Olympos’lunun kendisi olmadığını…

Tunnel Dergi 5. sayısında (Ocak 2011) yayınlanmıştır.

Afrodit

Sıcacık bir yataktadır uyku, güneşin ilk ışıkları usulca perdenin arasından süzülür. Kirpiklerine değer yatağa uzanmış güzelin. Eos kirpiklerinin gölgesini güllerle bezer Afrodit’in, Helios’un isteklerine boyun eğerek. Güzellikte boy ölçüşecek ölümlü / ölümsüz kimse yoktur Afrodit’le. Ki zaten aşkla yoğrulan bir güzellikle boy ölçüşmek kimin aklına gelir?





Afrodit’e önceleri durgun denizlerin, başarılı yolculukların, bağ ve bahçelerin, gül ve mersin türünden nazlı bitkilerin tanrıçası olarak tapılırdı. Sonraları aşk ve güzellik tanrıçası olarak benimsendi. Çoğalma, hayatın sürmesi ve bereketi simgeleyen ana tanrıça motifi, tanrı ve tanrıçalar arasında en eski olanıdır ve Afrodit de bunlar arasında en ön sıralarda yer alır.
Afrodit  (Aphrodite, Yunanca φροδίτη) Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçasıdır. Roma mitolojisindeki ismi Venüs'tür. Öyle çok efsanede geçer ki adı, neresinden başlasak bitiremeyiz. Ama belki en başına değinmek yerinde olur güzeller güzelinin. Doğumu üzerine söylenenlerden başlamak…
Hesiodos Afrodit’in Kıbrıs’ta denizin köpüklü dalgalarından doğduğunu söylerken, Homeros tanrıçanın Zeus ile Okenos kızı Dione'den doğduğunu söyler. Afrodit toprak (Gaia) ile gök(Uranüs)ün kızıdır ilk söylenceye göre.  Gaia’ya bir gün   Uranüs’e öyle kızar ki onun cinsel organını doğrayıp denize fırlatır. Çok geçmez, bir ilkbahar sabahı, Kıbrıs adası kıyılarında kıpırtısız olan deniz birden bire köpüklü beyaz bir dalga ile hareketlenir ve bir dalga ile bir sedef kabuğu kıyıya vurur. Sedefin kapağı açıldığında içinden güzeller güzeli, okyanus köpükleri içinden doğan anlamına gelen Afrodit çıkar. Ünlü ressam Botiçelli’nin köpüklerin içindeki Afrodit’i gösteren tablosu hafızalarda yer etmiştir.
Bunun dışındaki söylencelerde annesi değişirken babası Zeus’tur çoğunlukla, yüceler yücesi, ulular ulusu, yıldırımların efendisi, Zeus. Belki Afrodit de kıskançlık nöbetlerine savrulduğundaki öfkesini yıldırımlar efendisinden almıştır, bilinmez…



İşveli, cilveli, gönül alıcı, baştan çıkarıcıdır. Sevgiyi, sevişmeyi simgeleyen tanrıça, çoğu yerde oğlu Eros ile görünmektedir. Bunun yanı sıra tanrıçanın alayında güzelliği, zarafeti ve bereketi simgeleyen Kharitler, Horalar ve Hymenaios yer almaktadır.
Güzelliğiyle baş döndüren Afrodit’in kocası Ateş ve Volkan Tanrısı, demircilerin ustası topal ve hantal görünümlü Hephaistos’tur. (Tanrılar katında bile ne tezatlıktır bu, her güzelin çeki taşı bir çirkin ve her çirkine bir armağan güzel…) Afrodit tabiatı gereği aşka âşık olduğundan sadakat bağıyla bağlanamaz kocasına, onu ölümlü – ölümsüz pek çok erkekle aldatır.
Kimler yoktur ki bu şanslı erkeklerin arasında? Savaş Tanrısı Ares, Tanrıların habercisi Hermes, Bağ ve Şarap Tanrısı Dionisos, Apollon’un oğlu Phaeton, ölümlü yakışıklı Adonis ve tanrı soylu Ankhises... Burada adı geçenler (ve de geçemeyenler) gibi çok sayıda ilişkisinden pek çok çocuk sahibi de olur. Hermes’le birleşmesinden doğan hem erkek – hem kadın cinsiyetlerini bir arada barındıran ve günümüzde çift eşeyliliğe adını veren Hermafrodit, kimilerine göre Ares ile birleşmesinden doğan Eros (Ares ile birleşmesinden elinde oku ve yayıyla alışageldiğimiz Eros’un doğması da ayrı bir hoşluktur bence, insanları onulmaz yaralarla yaralayan Eros’un yaralama / öldürme sanatında usta savaş tanrısı Ares’in oğlu olması…), Tanrı soylu sevgilisi Ankhises’ten olma oğlu Aenias (ki Romalılar soylarını Aenias’a dayandırırlar…). Ve yine Ares’ten olma çocukları, Phobos (bozgun), Demikos (korku) ve Harmonia (uyum)… Evlilik Tanrısı Hymen, Bahçe Tanrısı Priape… Hepsi bu aşkların meyvesidir. İnanışa göre tanrı ya da insan olsun beğendiği herkesi baştan çıkarabilecek bir güzelliğe ve çekiliğe sahiptir ve sadece banyo yaparak tekrar bir bakireye dönüşebilmektedir. (Bekârete verilen önem de mitolojik motiflerin içine böylece yedirilmiştir, bu ayrı bir konu tabi…)

Hoşlandığı ölümlülerin isteklerini yerine getirir, nefret duyduklarına ve gücünü hafife alanlara çok acımasızca davranırdı inanışlara göre. Afrodit’in erkeklerin yaşamını nasıl etkilediğine dair birçok hikâye vardır söylenegelen. Truvalı Paris’in hikâyesini bilmeyen var mıdır aramızda? Aşkı uğruna yaşadığı şehrin, ailesinin, halkının yerle bir edilmesine göz yuman Paris.’in?
Bilmeyenler için kısaca bahsedelim: Bir düğüne çağrılmayan Nifak Tanrıçası Eris, düğünün orta yerine “en güzele” diye altın bir elma atar. Her tanrıça kendini en güzel saydığından eleme yapılır tabi, son üçe Afrodit, Hera ve Athena kalır. Ama Zeus bile bu üçü arasında seçim yapmaya cesaret edemez. Topu İda Dağı’nda çobanlık yapmakta olan Paris’e atar. Her biri ayrı vaatlerle kandırmaya çalışır Paris’i ama o Afrodit’e uzatır altın elmayı. Dünyadaki en güzel kadının, Spartalı Helen’in kalbi vaadine kapılarak. Sparta kralı Menelaos’un karısı olan Helen’i kaçırması için Afrodit Paris’e yardım eder ve bu olay Truva Savaşını çıkmasına neden olur. (Sonrasını zaten filmlerden de biliyorsunuzdur… Lafı uzatmaya lüzum yok fazla.)
Afrodit’in bir başka özelliği aynı zamanda Savaş Tanrıçası olmasıdır. Kadınların aslında hep bir amaç uğruna savaştığı düşünülürse ve en büyük amacın da aşk olduğu, çok da yersiz değildir bu eşleme… Sadece elinde oku, yayı, kılıcı ile değil, tuzak kurarak, aldatarak, hile yaparak savaşır Afrodit.


Ağaçlardan mersin, selvi ve nar ağacı, hayvanlardan kumru, serçe, koç, teke, güvercin gibi sembollerle belirtilir. Sonradan, bunlara neslin çoğalmasıyla ilgili olarak tavşan, kaplumbağa, gül ve ıhlamur ağacı sembolleri de katılmıştır.
Afrodit Yüzyıllar – bin yıllar boyu sanatçılar için tükenmez bir esin kaynağı olmuştur. Afrodit, heykelleri her daim kadın güzelliğinin ve estetiğin simgesidir. Heykel ve resimlerindeki karakteristik özellikler, hafifçe yuvarlak yüzlü, çizgileri zarif ve kıvrak, gözleri süzgün ve hafif gülümsüyormuş izlenimi veren, sağlıklı bir güzel kadın görünüşünde tanınmasına, böyle hayal edilmesine sebep olmuştur.
Bazı bilim adamlarına göre, Afrodit Yunan asıllı sayılmamaktadır. Çağdaş açıklamalara göre Afrodit Doğu kökenlidir. Belirgin ortak özellikler, Afrodit’le, Asurlular’ın ve Fenikeliler’in Aşk, üreme Tanrıçaları arasındaki “eş” sayılacak benzerliği işaret etmektedir. Mısır’dan Asurlular’a pek çok inanışta yer edindiği bilinir farklı farklı adlarla. Ki sabahyıldızı Venüs onun simgesidir yine… Her sabah ve her akşam onu görürüz yani gökyüzünde…
Ve “Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten” deyişi söyleyin bakalım nereden gelmektedir? Savaşçı ruhuyla erkekler Savaş Tanrısı Ares’ten (Roma mitolojisinde Mars), gizliden yürüttükleri savaşlarla aşkın peşinde koşan kadınlar Güzellik ve Aşk Tanrıçası Afrodit’ten (Roma mitolojisinde Venüs) gelmektedir elbet. Hem savaşırlar hem de kopamazlar birbirlerinden…
Güzellik ve Aşk Tanrıçası bin yılların geçmesiyle dillerden düşmez, unutulmaz hiç ama günümüz dünyasının baş döndürücü tüketim hızından o da payını alır. Efsanelerini durup dinleyecekler, anlatacaklar bir bir azalır. İş bu sebeple, kış gelirken, güneş ışığı ara ara gösterip kaçarken yüzünü, güzellikleri unutanlara, alışıp kabullenenlere hatırlatmak için iki satır yazmak boynumun borcudur dedim. Birkaç söz söyleyiverdim. Efsanelerini zaman zaman anlatmaktan büyük keyif alacağım sevgili Aşk Tanrıça’sına hayranlığımı sunarak…
Bir sonraki aya kadar, var olan en mükemmel düzenle, Kaos’la kalın…

Buğday başağı gibiydi saçları kızın. Denizler mavisi gözleri vardı yağız delikanlının. Ve işte sanki Afrodit kemerini beline bağlamış gibi Miriam’ın, gözlerini ayıramıyordu Jordan güzeller güzelinden. Aşk tanrıçası hediyeler sunuyordu bugün onlara. Bu hediyeler ki, dünyayı artık başka gözlerle göreceklerdi sayesinde. Ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktı. Afrodit’in bir işaretiyle Eros yayını gerdi, oklarını Miriam ve Jordan’ın kalplerine doğru fırlattı. 

Tunnel Dergi 4. sayısında (Aralık 2010) yayınlanmıştır.

Sentörler

Toz dumandı ortalık, sanki bir zelzele ile fırtına aynı anda uğramıştı köye. Gizlendikleri yerlerden çıkan ürkmüş, korku dolu insanlar tozun dumanın arasında uzaklaşan yarı at – yarı insan o yaratıkları gördüler hayal meyal. Gördükleri hızla uzaklaşan atlılar mıydı yoksa sentörler mi bilemediler. Korkuyla bakıştılar. Tedirgin, ürkek, çekingen faciadan geri kalanları toparlamaya başladılar. O gün bugündür o köyden sentörlere inanmayan, onlardan korkmayan çıkmadı…


Efsanelerde ve tarih öncesi dönemde (ya da fantastik bir dünyada) geçen film ve oyunlarda belden yukarısı insan belden aşağısı at olan at adamlar, kentaour, centaur, kendavros olarak adlandılırlar. Türkçeye sentör olarak geçer bu at – adamlar. Ve aslında her gün gazete sayfalarında yer alacak kadar içimize işlemiş, gözümüzün önünde ama görmediğimiz bir parçası olmuşlardır hayatlarımızın. Nerede dersiniz? Tabi ki burç köşelerinde! Yay burcunun simgesini hatırlar mısınız? Gözünüzün önüne getirmeye çalışın bir. Belden yukarısı insan, belden aşağısı at, elinde yayı ve oku ile sentörlerdir her gün ilgilisine göz kırpan, fal köşelerinde.
Oysaki mitolojide Dionysos’a (Yunan mitolojisinde Şarap – ve eğlence – Tanrısı) hizmet ettikleri, bu yüzden şarap içmeye ve eğlenmeye düşkün olduklarıyla anılırlar. Sonlarının da bu zevk-i sefa, aslında daha çok şehvet demeli belki, sebebiyle olduğu söylenir. Kız kardeşleri sayılan kır perilerini rahat bırakmadıkları, onlarla sevişmek için peşlerinden koştukları rivayet edilir mesela. Yine rivayetlere göre Lapith’lerin Kralı ile Argos Kralının kızı evlenecekken düğün gecesi gelini kaçırmaya teşebbüs etmişler ve bu teşebbüs onların Lapith’ler tarafından köklerinin kurutulmasına, sağ kalan üç beş sentörün de siren’lerin adasına sığınarak bir süre sonra nesillerinin tükenmesine sebep olmuştur (Demek ki neymiş, koskoca sentör de olsan, uçkur mevzu önemli mevzu...).
Asi ve savaşçı ruhlu olduklarına inanılan sentörler savaşmak için kendilerine hareket kolaylığı sağlayan ok ve yayı tercih ederlermiş. Savaşçılıklarının yanında geleceği bildikleri de söylenegelir. Yazık ki, kendi geleceklerini bilememiş – bilebildiyseler bile – değiştirememişlerdir… Kuzey Yunanistan’da Pelion Dağı çevresinde yaşadıklarına inanılan bu yarı at – yarı insan yaratıkların Lapithae Kralı Ixion ve bir bulutun çocuklarıdır. Efsaneye göre Kral Ixion bir gün Hera’yı ayartır ve gizli bir buluşma ayarlarlar. Ancak Zeus bunu öğrenir ve buluşmaya Hera kılığına soktuğu bir bulutu gönderir. Bu buluşmanın meyveleri de sentörler olur.  Sentörlerin bir başka doğuş efsanesi annelerinin Nephele olduğunu anlatır. Ama işin içine Zeus girmediği için öyle alengirli buluşmalardan söz edilmez.
Dönem dönem Herakles, Zeyna, Harry Potter, Narnia Günlükleri gibi filmler ve Dungeons & Dragons, Age of Mythology, Mortal Kombat, Warcraft vb. oyunlarda karşımıza çıkan sentörlerin aslında en bilinen efsanesi Herakles ile olanıdır.



Herakles Deianeria ile evlenir ve ilk yolculuklarında – balayına mı gidiyorlardı dersiniz? – kabarmış bir sele rastlarlar. O sırada sandalcı sentör Nessos ile karşılaşırlar. Nessos selde onlara yardım teklif eder, Herakles bu teklifi kabul eder. Ancak Nessos Deianeria’yı kaçırmaya kalkışınca olanlar olur ve Herakles Nessos’u oku ile göğsünün ortasından vurur. Ancak Nessos ölmeden önce Deianeria’ya şöyle fısıldar: “Yaramdan akan kanı topla, Herakles’in bir giysisini bununla ıslat. Bu iksir onun sana olan aşkını ölümsüz kılacaktır.”  (Aşkla kandırılamayacak kaç kadın tanıyorsunuz?) Deianeria bu söze inanarak Nessos’un kanından bir miktarı alıp Herakles’in bir gömleğini bununla ıslatır ve gerektiğinde kullanmak üzere saklar. Bir süre sonra Herakles’in yolculukları maceraları artar, sıklaşır. Bu yolculuklarda yeni yeni kadınlar, yeni aşklar ortaya çıkmaktadır. Nessos’un öğüdünü hatırlayan Deianeria, bir kurban törenine giden Herakles’e Nessos’un kanına batırdığı gömleği verir. Herakles gömleği giyer giymez, gömlek tenine yapışır ve Herakles’i yakmaya başlar. Herakles acı içinde kendini yerden yere atmaya başlar, bağırır – çağırır, kıvranır. Bunları gören Deianeria Nessos’un kendisini kandırdığını ve Herakles’in ölümüne sebep olacağını düşünerek kendini öldürür.  Çektiği acılara dayanamayan Herakles kendisini Oita Dağı’nın doruklarına taşıtır, orada çok büyük bir ateş yaktırarak kendini ateşe attırır. Ve böylece acılar içindeki bedeninden kurtularak ölümsüzlerin yanına Olmypos’a taşınır.
Kendi başlarına pek hikaye edilmeyen çoğunlukla Herakles’in söylencelerinde yer bulan sentörler, akla bir de satirleri getirir ki, onlar da ayrı bir yazı konusu olmalı. Belki bir başka sayıya…




Şarabın kokusu geliyordu Nessos’un burnuna. Toynaklarını yere sürtüp, yelesini savurdu. Şaraptan önce bir av gerekti. Şaraba eşlik edecek yemek. Uzaktaki ceylanı kestirdi gözüne. Yayını gerdi, sadağından aldığı oku yerleştirdi, çekti. Ok havayı yırtarak hedefe ulaştı. Kara gözleri büyüdü ceylanın. Boynundan akan kan yerde bir gölcüğe dönüşürken, birkaç titreme ile yere düştü. Bedeni yere değdiğinde ceylan yaşamıyordu…

Tunnel Dergi 3. sayısında (Kasım 2010) yayınlanmıştır.

19 Eki 2018

Kırmızı Pazartesi

Yazan: Gabriel García Márquez
Uyarlayan ve Yöneten: Macit KoperÇeviren: İnci KutSahne Tasarımı: Barış DinçelKostüm Tasarımı: Nihal KaplangıIşık Tasarımı: Kemal YiğitcanKoreografi: Handan ErgiydirenOyuncular: Burak Davutoğlu, Meriç Benlioğlu, Murat Coşkuner, Çağlar Yiğitoğulları, Bahtiyar Engin, Murat Garipağaoğlu, Rozet Hubeş, Semah Tuğsel, Mahperi Mertoğlu, Yavuz Şeker, Sükan Kahraman, Caner Çandarlı, Murat Taşkent, Selim Can Yalçın, Kutay Kırşehirlioğlu, Radife Baltaoğlu, Berna Oğuzutku Demirer, Seda Fettahoğlu, Aslıhan Kandemir, Zümrüt Erkin, Esra Ede, Abdullah Topal
Önceden haber verilmiş bir cinayetin nasıl işlendiğini görmek istemez misiniz? Zenginlerle yoksulların nasıl ayrı düştüğüne; toplumsal baskılara boyun eğen kadınlara ve erkeklere, mutsuzluğu toplumsal anlayışa gömen insanlara tanıklık etmek? Köhnemiş ama yine de yürürlükten kaldırılamamış gelenek ve göreneklerin sebep olduğu facialarla yüzleşmek? Psikolojik ve toplumsal baskıların insanları nelere sevk ettiğini görmeye hazır mısınız?
Gabriel Garcia Marquez'in aynı adlı oyunundan uyarlanan oyun, festival kapsamında tiyatro sevenlerin karşısındaydı. (Umarım gelecek sezon) Tüm İstanbullu tiyatro severlere perde açınca kaçırılmaması gereken bir uyarlama üstelik. Marquez'in Kırmızı Pazartesi adlı eserinin özgün adı "Cronica de una muerta anunciada", yani "anons edilmiş bir cinayetin kronolojisi"dir. Oyun ilerledikçe nasıl "göz göre göre" bir cinayet işlendiğine tanık olacağımızın habercisidir bu isim.
Bir kasabada evlenen bir genç kızın, düğün gecesi kız çıkmaması üzerinden gelişen olayları, işlenen cinayeti, kasabalının göz göre göre bu cinayetin işlenmesine sessiz kalmasını, toplum kurallarını, yazılı olmayan kaideleri ve düşünceleri, töreleri… Ve her şeyden önce aslında zihniyeti tüm açıklığıyla görebiliriz oyunda. Kadını metalaştıran alınıp satılan bir "şey"e dönüştüren zihniyeti... Marquez "en sevdiğim romanım" dediği eserini büyük bir incelikle işlemiş ve Macit Koper'in - bence - mükemmel uyarlaması da eseri büyük bir keyifle izlenecek hale dönüştürmüş.
Oyunu izlerken görürüz ki "Kader"i herkesin kendini suçsuz hissedebileceği bir alan olarak tanımlıyor insanlar ve gerektiğinde bu alana sığınıyorlar. Ve kader bir süre sonra başımıza bütün çorapları ören o önyargılardan biri haline geliyor. 
"Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım" diyor bir yerde anlatıcı, dava raporlarından okuduğu bir cümle ile… Ve gerçekten ne kadar çok önyargının bizi ne olur olmaz yerlere götürdüğünü hatırlatıyor oyun. Tabi ki önyargılarından ayrı düşme cesaretini gösterenlere…
Santiago Nasar'ın o gün beyaz giysileriyle beyaz yatağından kalktığında, bir cinayete kurban gideceğini kendisi dışında herkes bilmektedir. Çünkü bir önceki gece, o kasabada kabul edilemez bir şey olmuş, kasabanın yeni sakini Bayardo San Roman gözüne kestirdiği ve evlenmek için her türlü maddi manevi zenginliğini önüne serdiği Angela Vicario evlenip gerdek gecesi kızın kız olmadığını anlamıştır… Kız can havliyle Santiago Nasar demiştir; "Olan bitenin bütün sorumlusu o" Vicario Kardeşler olarak bilinen Pablo ve Pedro ertesi gün kasabada her gördüklerine Nasar'ı öldürmek için aradıklarını, hatta evinin karşısına kamp kurduklarını söylerler. Ancak bu bilgi, Nasar'ı ölümden kurtaramaz. Çünkü söz konusu cinayet bir namus cinayetidir. Anlatılan toplumda devlet otoritesinin zayıf olması, halkın geleneklerine ve törelerine bağlı yaşamasına neden olur; bu da beraberinde namus cinayeti, azınlıklara ayrımcılık yapılması, yoksulların zenginlere önyargılı yaklaşması gibi farklı toplumsal sorunları doğurur. 
Santiago Nasar uykudan uyanır, annesine gördüğü rüyayı anlatır: "Düşümde kendimi incecikten bir yağmurun yağdığı dev incir ağaçlarının oluşturduğu bir ormanın içinden geçerken gördüm, bir an için mutlu oldum, uyandığımda üstüm başım kuş pisliğinden görünmüyordu" Aslında o incecik yağmur toplumun yıllardır tutturduğu huzursuz edici düşünce ve görenekleri, incir ağaçları da yaşanan toplumu simgelemez mi? (İncir ağaçlarının kökleri çok derinlere gider, incirin kökünü kurutmak zordur, arsız ağaçtır incir ağacı…Tıpkı toplumlarda yerleşen düşünceler gibi, kökü kurutulması çok zordur.) 
Angela Vicario için "Adını söylemekte kısa bir süre kararsız kalmıştı. Belleğinin karanlıklarında onu aramış, bu dünyada olduğu gibi, öteki dünyada da insanın birbirine karıştırabileceği adlar arasında, ilk bakışta onu buluvermiş, bir avcı ustalığıyla, alın yazgısı yaratılış gününde belirlenmiş bir kelebek gibi onu duvara çivileyivermişti." der anlatıcı. Ne yapacağını bilemeyen kız, can havliyle ilk aklına gelen isme sarılmış mıdır? Santiago'nun hal ve hareketlerine bakarsak, evet. Peki, kimse bunu sorgulamış mıdır? Hayır. Neden? Çünkü Santiago Nasar varlıklıdır, uçarıdır, neşelidir… "Bizden değildir." Ve aranan sadece bir isimdir. Bulunanın kim olduğu sadece işin kıvamını değiştirebilir sonucunu değil…(Ne yalan söyleyeyim bu sahnede benim aklıma gelen şu oldu "anne, baba sizi çok seviyorum, kız bozuk çıktı… Bu haberi okuduğumda yaşadığım şaşkınlığı, gülmek ile ağlamak arası halimi hatırladım hemen.)
Otoritesiz ve fakir bir toplumda yaşayan kasaba halkı kendi otoritesini sağlamak için gelenek ve törelerine sarılır, azınlıkları dışlar, zenginleri sevmez ve törelerine bağlı kalmak için cinayet dâhil her şeyi göze alır. Kasabalının bu kötü durumu ekonomik ve siyasal nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ekonomi, kötü durumda olduğu için devlet, otorite kuramamakta; bu da toplumda otorite boşluğundan ve töre baskısından doğan sorunlara yol açmaktadır. Bütün bunları açıktan açığa vermez işin ilginci Marquez, ama görür görmez anlarsınız. Tanıdık geldiğinden olsa gerek… 
İşin ilginci de, göz göre göre herkesin Santiago Nasar'ın namus uğruna öldürülmesini izlemesidir. Bu namus cinayetinin toplum için bir suç sayılmadığını da göstermektedir. Tıpkı bizdeki anlayışta olduğu gibi…
"Biz her zaman ölüden yana olmalıyız" 
Az da olsa, belli bir bilince erişmiş insanlar en düşük toplumlarda bile vardır. Ancak bunların gücü her zaman her şeye yetmez, hatta çoğu şeye yetmez yazık ki… Sonunda onlar da pes eder ve bir kenara çekilirler…
Ama bence oyunun / kitabın en can alıcı, en önemli kısmı Angela Vicario'nun annesinin dile getirdiği şu cümle:
"Aşk da öğrenilir, kızım!" 
Toplumda kızların istedikleri kişiyle evlenme hakkına sahip olmadıklarına ve baskı altında evlendiklerini, aşka değer verilmediği başka nasıl anlatılırdı bilmem… Marquez'in müthiş gözlem yeteneği, basit bir cinayetle bütünüyle bir toplumsal yapıyı anlatması… İnci Kut'un hoş çevirisi ve Macit Koper'in usta uyarlamasıyla şaşırtıcı bir şekilde "bizi anlatan", bize çok benzeyen bir toplumun - binlerce kilometre uzakta da olsa, bazı şeyler hep çok benzer oluyor demek - sahnelendiği bir oyunda kendi yansımamızı gördüm ben. Herkese tavsiye ederim ilk fırsatta.
Keyifli kahveleriniz olsun, güzel bir hafta sonunuz… 
06.06.2008'de Kahve Molası'nda yayımlanmıştır. (www.kahvemolasi.com)



Şubat 2009 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.