20 Nis 2009

Sana doğru tüm şarkılarım...

İşin esası bu ara dinlediğim bütün şarkıları kendime biçiyorum, bu demektir ki aslında hiç bir şarkı benim değil... Hepsi başka başka şeyler söylerken beni söyleyemeyeceğine göre bir ağızdan, demek ki beni söylemiyorlar.
Mesela herhangi bir şarkı dostların hallerini de anlatmıyor. Kiminin kafası karışmış yol ayrımında, kimi para pul hesabında, kimi hastalıklarla uğraşmada, kimi gün saymada, kimi yalnız başına yediği yemeklerin acısını duymada, kimi gideremeyeceğini düşündüğü eksikler yüzünden yaratanla hesaplaşmada, kimi yollarda yorgun, kimi dertlerinden arınmanın mutluluğunda... Hiç birini anlatmıyor ki şarkılar...
Şarkılar, beni anlatıyor sanıyorsam, aslında anlatmadığından... O şarkılar hep ayrı ayrı başkalarını anlattığından...

19 Nis 2009

Dışarda bahar var, burada bir mevsimsizlik hali...

Çeviri yapmaya uğraşıyorum. Hava çok güzel dışarıda ama bir alt sınır koydum kendime onu aşabilirsem ödül olarak dışarı çıkacağım. Bu sefer kesin kararlıyım; akıllı, uslu, çalışkan bir çocuk olacağım.
Tam bir yürüyüş havası var, sonra sahilde çay içme... Belki bir kaç kelam edilebilir bir dostla ama öyle hayatın anlamından falan bahsedilmeyecek, sadece hayaller planlar güzellikler konuşulacak. Ahkam kesilmeyecek yani.
Bu ara fark ettiğim en belirgin hal kendimde, başkalarına verecek hiç bir şeyimin olmaması. Baharın gelişine rağmen öyle bir yorgun ki zihnim ve bedenim, sadece uykularda arıyorum kaçışı. Ya da gülmekten öte bir şey yapmadığım insanları istiyorum etrafımda. Kendi sıkıntılarımı - yanlış yapıyorum biliyorum, daha ne dertler var dünyada onu da biliyorum - taşımaya çalışmaktan başkalarına mecalim kalmıyor. İnsanlar anlamıyor bunu. Kimi kırılıyor, kimi üzülüyor, kimi küsüyor. Ama bunların hiç biri ile uğraşacak mecalim yok. Kendimle uğraşamazken bir başkasıyla nasıl uğraşayım?
Bunu kimselere diyebilmek de mümkün değil bence. Annem bile anlamıyorsa halimi ve o da dertler yüklüyorsa üstüme, "kardeşine anlatma üzülmesin" diyorsa üstelik; kime diyeyim ben derdimi?
Böyle deyince çok derdim var sanılmasın, daha önce de bir yerlere yazdığım gibi; hamurum karılırken biri içime tükürmüş benim. Ondan bu huzursuzluğum, ondan hep kendime batışım. Yoksa ne dertleri var insanların, benim ki piramidin üstlerinde bir ihtiyaç belki. (Maslow beni düşünüp yapmadıysa da çalışmalarını ben çok düşünüyorum kendisini....)
Bu aralar çok sevdiğim bir adamı dinliyorum yine; Zafer Mutlu. Opera dinleyeceksin, ruhunu dinlendirecek deseler gülerdim bundan beş - altı yıl önce. Ama ne oldum ne olacağım misali, bütün gün dinleyesim var şahendeyi... (Zafer Mutlu - Belcanto -NB Müzik Yapım)
Aklımdan geçen tek bir şey var bunlara ilave: Birhan Keskin.

Ne de güzel anlatmış - sanki beni - nasıl da yan yana koymuş kelimeleri... Yaş aldıkça her söz bize söylenmiş gibi geliyor olabilir mi gerçekten?

Taş Parçaları - XXIV

Bir masal
Bir taş ağırlığında olabilir mi?
Olurmuş meğer.
Birlikte bir masala inanmak istedim
Ben seninle, sadece bu.
Sen beni tek
Tek
Tek
Bıraktın.
Benim artık taş taşıyacak,
Taş kaldıracak, taş atacak
Halim mi var!

Birhan Keskin - Y'ol - Metis Yayınları

14 Nis 2009

Herkesin kaderi bir değil, benimki de bu.

Yavaş yürümeyi unuttuk, durmayı, beklemeyi, kendimize gülümsemeyi...
Yarın sınavım var, senelerdir bitmek tükenmek bilmeyen sınavlardan biri daha. Ne çalışmaya hevesim var, ne mecalim. Sağ kolumda bir şişlik - hafif ateş - şiddetli baş ağrısı, bir de nemli gözler...
Öyle çok alışkanlığımız var ki, ha deyince geçemiyoruz. Parantezler ve üç noktalı yahut devrik cümleler kullanma dedi bir arkadaşım bana. Makalelerde, dergi yazılarında böyle olurmuş bu. Ama ben devrik cümlesiz yazamıyorum, klişelersiz duramadığım gibi...
Başlık pek sevgili Feride'ye ait. Canım Ailem'den hani... O kadar çok söz içeriyor ki, ben sussam daha iyi.

13 Nis 2009

Hayat bir nehir...

Akar gider, hep aynı yöne. Kaç nehir vardır ki, yukarı aksın? Hep aşağı akar nehirler...

12 Nis 2009

Aşk Her Yerde...

"segenigi segevigiyogorugum" :)
Çocukluğumuzun en eğlenceli oyunlarındandı "kuşdili" konuşmak. Sanki her şeyi daha zorlaştırıyordu bir yandan, öte yandan da kolaylaştırıyordu tüm acımasız gerçekleri.
Yumiyum vardı küçükken 50 kuruşa aldığımız, 2,5 liralık sakızlar, patlayan şekerler. Haylayf ve çizi ile yapılan piknikler. Eti puf, halley, çokomel... Topitop vardı sonra, çocukluğumuzun en erotik şakalarına alet olan - ki aslında hiç bir şey düşünmezmişiz çok şey düşündüğümüzü , çok çok ayıp şeyler düşündüğümüzü, sanarken bile - kolalı, portakallı, bilmem neli topitop. Sonra Türk filmleri vardı...
"Ben Osman, Ofsayt Osman.
Söyleyin bee.
Allah rızası için söyleyin be.
Gene mi atamadım golü? Haa?
Bu da mı gol değil be?
Gol müü?
Bu da mı gol değil be?
Adaletine, insanlığına kurban olayım hakim bey.
Bu da mı gol değil?"
demekteydi Sadri Alışık o son sahnesinde filmin. Ben o sırada ağlamaktaydım yine bin seferinci tekrar da olsa, dayanamamışımdır, huyum kurusun. Dar - ı dünyada en sevdiğim adam, en kadim dostum (bence tek ve bir seferlik bir kusuru dışına "kusursuz" olan canım arkadaşım) göz yaşlarımın azlığını bu zır zır ağlamalarıma bağlar, ki belki de haksız değil, vara yoğa zırlarsan biter elbet, okyanus yok ya içinde, değil mi a canım?
Ama ben Ofsaytların hepsine ağlarım ki, dayanamam, açtıramadığım menekşelere, saklayamadığım sümbül soğanlarına, Sezen Aksu'nun şarkılarına, Trevanian ve Hakan Günday'ın romanlarına, çocuklarını kaybeden annelere, yalnız kalanlara, açlıktan ölen çocuklara... Hepsine ağlarım. Kendime de ağlarım, eksik sandığım her şeyime, yaptığım - ve düzeltemediğim - tüm hatalarıma, öfkelerime, insanların haklarını teslim edememeye... ağlarım işte. Okyanus mu var içinde be mübarek? Nedir ağlayarak düzelteceğin?
Çok güzel bir oyun izledim bugün. "Aşk Her Yerde", Duru Tiyatro'da. Hep sevdiğim bu adam - sanki bir şekilde oturup konuşsak çok iyi anlaşırmışız gibi düşündüğüm bir adam - işte kendisi. Bilmem cidden anlaşır mıyız, bilmem bulur muyuz ortak kelimelere sahip bir dil? Ama hep severim işte gizliden gizliye. Evlenmesine de, boşanmasına da üzüldüm. Sanki içinde bir şeyler kırılmıştır sandım. Umarım tamiri mümkün şeylerdir kırılanlar.
O kadar eğlenceli bir dille anlatmışlar ki orta yaşın başlarında yalnız, ürkek, naif bir erkeğin hayatını yenileme ve aşık olma heyecanlarına kapılmasını... Oyun metni iyi, konusu güzel olduğundan değil sırf, oyuncuların yeteneğinden, duruşundan, bakışından da anlaşılıyor verilen emek. Gözlerinin içi gülen insanlar oynuyor, bu belki de daha güzel yapıyor oyunu. Ellerine sağlık emeği geçenlerin. Oyunu izlerken kahkahalarıyla yanımda olan deli dolu arkadaşım da benimle aynı fikirleri paylaştı, çıkıp kadıköy'e inene kadar "segenigi segevigiyogorugum" diye yürüdük. Belki birbirimizi de çok sevdiğimiz için pek hoşumuza gitti bu sözler, gülüşüp durduk. Sonra can dostum, hayat arkadaşım, şu anda en güzide hayallerimin baş kahramanı ile buluştuk. Mutluluğunu pekiştirecek bir kaç ara gaz cümlesi zerk ettik bünyesine. Biliyorum bir onaya ihtiyacı var çünkü ve inanmaya... Ben de inanmasını istiyorum bu sefer bu rüyaya. Bari bu sefer, bari onun için, "Yine mi ofsayt?" "Bu da mı gol değil?" diye sormayalım istiyorum...
Çok sevdiğim bir arkadaşım vardır, şimdi biraz uzaklarda bizden, belki 50 kere anlatmıştır ofsaytı, ama ben yine öğrenememişimdir, sanırım anlamıyordur ama yine de Ofsayt Osman yüzünden öğrenemediğimi bilir Ofsayt'ın ne manaya geldiğini. Çünkü ben küçükten öğenmişimdir, tam gol olacakken olmayınca ofsayt olduğunu, ve hep ofsayttır pek çok şey bizim için senelerce. Çünkü zaten insan kötü anıları kazır bir mutsuzluk bölgesine ve işler tersine gitmeye başladığında hatırlanan ilk anılar hep o bölgeden seçilir itinayla. Mutluluk sen onu tercih ettiğin sürece gelir çünkü...
Erkan Oğur radyosu dinliyorum bir de Aydilge çaldı arada Last Fm.
İki sözünü yazmasam içim rahat etmeyecekti:

Dış yüzümü soysan
İç yüzümü bulsan
Karşıma da koysan
Şaşırmaz mıyım

Sırlarımı soysan
Gizlerimi bulsan
Sonra da sıkılırsan
Kırılmaz mıyım

Postmodern aşkmış
Sürmesi zormuş
Benliğim benliğini çok zora sokmuş

İstemem git isterim gitme
Kararsızlık çöktü üstüme
Kalmışım ben orta yerlerde
Ya nedir bu postmodernite

diyor Aydilge, ve ben kaç kat olduğumuzu düşünüyorum. Kaç kat soyuyoruz kendimizi sevdiklerimize?
Bazıları kırk kat, bazıları yalın kat derler. Bazıları hem kırk kat, hem yalın kat belki. Hem öyle yapmacıksız, hem her söz ağzında, hem de kırk dokuz boğumlu boğazından dirhemle laf çıkmaz, "ah" demez derdi üstüne. Hangisi iyidir bilmem, tecrübeyle de öğrenemedik henüz. Ne zamana öğreniriz meçhul. Yaş yolun yarısını buldu mu meçhul? Bu hayat hep böyle mi gider? Halinden memnun olmak iyi midir yoksa kötü mü? Şaşırmamak insanlara, istedikleri - bekledikleri ilgiyi verememek zül müdür bana yoksa eziyet midir insanlara? Bilmem, bilemem ama zaten bunlara gelene dek, bu sıra benim aklımda tek bir soru:

"Bu da mı gol değil? Bu da mı gol değil be?"

5 Nis 2009

Gökyüzü mavi, öfke muhtemelen kırmızı...

"Gossip Girl" olmak eğlenceli olabiliyor bazen, mini etek giymek kadınsı... Bir şeyler oldu ve tüm düşündüklerimi unuttum. Acaba bahar mevsimi mi yaptı bunu bana?
Dün biraz yanmışım, takım elbise Umut'uma çok yakışıyor, gökyüzü bulutsuz mavi, öfke de muhtemelen kırmızı.

En ağır işçi benim;
Gün yirmi dört saat,
Seni düşünüyorum.

der Ümit Yaşar. Gün 24 saati aşar mı bilmem, ama bana yettiği olmadı henüz.

Ne diyordum, gökyüzü mavi, öfke muhtemelen kırmızı.

4 Nis 2009

Ne de olsa aşkımızda Ceyar'ların gözü var...

Hazım Körmükçü'nün ney üflediğini biliyor musunuz? Ben bilmezdim. - Polat Alemdar adıyla nam salmış Necati Şaşmaz (doğru mu yazıyorum onu da bilmiyorum) da ney üflermiş, onu da bilmezdim. - Hastane önünde incir ağacını söylüyordu Metin Özülkü, Hazım Körmükçü de ona eşlik ediyordu, ki ben bu türküyü Volkan Konak'tan dinlemeyi pek severim. Her ne kadar acı dolu bir türkü olsa da...
Bahar yüzünü gösterir göstermez kendimi deniz kıyılarına vurdum. Emirgan, Sarıyer, Rumeli Hisarı, Bebek... Sürekli Yıldız Teyze'yi andım Hisar'da. Ekonomiden dem vurdum Bebek'te, Arnavutköy'ü düşündüm Sarıyer'de. Emirgan'da bir kez daha aşık oldum İstanbul'a, kendimi de sevdim bir kez daha. Ayak bileklerimi, yürüyüşümü, gülüşümü falan...
Kendimi dağıtıp toplamadım ama toplanır biliyorum. Kaç parça saymadım, çok bulanık biliyorum, ama içinden sevgi geçiyor onu da biliyorum. "Sen değerlisin, çok" diyor bir parçam, öbür parçam "alkol" diyor şu elinde tuttuğun, kimbilir sana hangi kapıları açıp senin için hangi kapıları kapıyor? Bir diğeri pembeyi, moru söylüyor sevdiğim, öteki gurur diyor, hep içinde durduğun. Bir yap boz nasıl bu kadar anlatır ki insanı? Şaşırıyorum, gülümsüyorum, ağzım kulaklarıma özlemini söylemek derdinde, hızla koşuyor. Kıyıdayım, yürüyorum, yürüyorum. Karşı kıyıda ışıklar var biliyorum, görüyorum. Biraz yürüsem sanki karşı kıyıya varırmışım gibi. Yürüdükçe vardığım pek çokları gibi. Ama içeride varılmış bir kıyı yok hala. Yok.
Pek güzel insanlar gördüm, pek gülen gözlü pek güzel insanlar... Pek güzel yemekler yedim, pek güzel kalpler gördüm... Ne hevesli, ne umutlu insanlar var dünyada, pek çok gördüm. Gece karanlık da olsa, ışıkları kendinden insanlar gördüm.
Aşkımızda da Ceyarların gözü var üstelik! :) İlahi, ne sözler yazıyor bu senaristler! Ama belki de herkesin biraz J.R. olduğunu biz unutsak da onlar unutmamıştır? Her kendini "ben" sananın, büyüyüp kocaman olduğu ama kaderin her yana büyüyen bir karnıbahar olduğunu unuttuğu zamanları senaristler yazmıştır belki. Belki herkes o kadar çok oynamakta ve doğalı bu oyunlar sanmakta ki, bazen filmler gerçek hayattan daha gerçek olmakta. Bu da aşkımıza göz koyan J.R.'ların varlığını anlaşılır kılmakta!
Daha yazacaktım amma, Sprite'in reklamı bitirdi beni: "sorun sende değil, bende", "benden daha iyilerine layıksın" diyerek. Akşam oldu, çok.
Hangisi daha tanıdık? Hangisi daha trajik? Hangisi daha komik? İzlediğim dört bölümle Coupling mi, elini umutsuzca havaya kaldırıp, gülümseyen mi? O gülümsemelerin de bir kaç çeşidi var. Bilir misiniz? "Sevmenin bin türlü çeşidi vardır, sevmemenin bir." der Cemal Süreya. Tıpkı bunun gibi işte, o gülüşün de bir çok çeşidi var. Belki ayna karşısında taklit edilen bir gülüş var ama, o da suretinde gizli aslında.
Düşündüğüm bir çok iyi, bir çok güzel ve bir çok umutsuz hikaye var. Belki en iyisi bu yazıyı burada bitirip güzel bir hikayeyi düşünmek tekrar. Kim bilir, inanırsak, olur belki?