28 Mar 2009

Romantik Komediler, Telekom reklamı filan...

Her şeyin yolunda gittiği o süper eğlenceli - düşünceden uzak - romantik komedileri seyretmeyi seviyorum. Her ne olursa olsun "mutlu son"la bitenler... Gerçek hayatla alakası yok ya, Cumayı Cumartesiyi, Pazarı... En sonunda güzelliklere bağlayacağına inanıyor ya bütün o filmler, izle izle pembe rüyalara yat hali yaratıyor ya, arada bu da lazım. "Günde beş dakika aptallık etme hakkı vardır herkesin, üstü aptallık halinin kalıcı olması demektir" diyordu, sanırım Bernard Shaw. -(Bunu o defterde bulabilirim arasam, defterde yok yok maşallah, amma defter tutmuşum) Ne kadar yerinde, işte benim aptallık vakitlerimi biriktirip toptan aldığım bir akşam.
Oturmuş romantik komedi izliyorum, gülüyorum, ve muhtemelen uzun zamanlar sonrasında güzel bir rüya göreceğim.
Yaşasın romantik komediler!

101 Yalan 102 Bahane...

Giderek ustası olduğum konu işte! Herkesten bir şeyleri saklama onun külahını öbürüne giydirip ip cambazlığında ustalaşma. Kendimden korkuyorum. Bu işteki doğallığım - ki bence gayet profesyonel ilerleyişim - kendimi bile ürkütmede.
Geçmişi konuşmak, geleceği uzaklaştırıyor sanki bazen.
Sandra Bullock var TV'de ve kimlerin kadına neler söylediğini bilmek bile istemezsiniz...

Ya şuna ne demeli?

Ben ölecek Adam değilim

Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükûta râmolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson'u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.

Cahit Sıtkı Tarancı

25 Mar 2009

Yaprak Dökümü

Kendi yapraklarımızı dökmüyor muyuz gün geçtikçe? Kimseyi düşünüp, sorgulamak - yargılamak, hüküm vermek istemiyorum. Onlar ne beni ne de kendilerini düşünmediklerine göre, bu bana düşmez. Düşmemeli... Uzaklıkları artırmaktan başkasına da yaramaz zaten bu düşünmeler. En hafifinden bir bölüm dizi seyredip beyin uyuşturulmalı. Hem izlenecek ne çok şey var?
Bolahenk diye bir grup var, olur olmaz yerde karşıma çıkan. Meğer bir sürü dizinin - ve galiba filmin - müziklerini yapmaktaymışlar. Pek çoğu Ezginin Günlüğü ile çalışmış, çalışan müzisyenler. 2005'ten beri birlikte müzik yapıyorlarmış. Dizi müziklerinden bir de albüm çıkarmışlar, çok eğlenceli, şen bir kapağı var.
Bolahenk'in adı nereden gelmiş derken Bolahenk Nuri Bey'e, Nuri Bey'den Hamparsum'a oradan Mehmet Eroğlu'na oradan da Fay Kırığı'na vardım. Konusunu okudum. "İşte yine" dedim, "yine kaleminin ucunu sivriltmiş bir usta daha"...
Hepsi bir yana, İskambil Kağıtlarının Esrarı'nda kayboluyorum. Ama bir de şu var ki aslında Alice Harikalar Diyarı'nda gibi bir şey içinde gezindiğim... Uzun zamandır böyle "şen" okumamıştım. Yeni kitaplarım için sevgili Merve'ye bir kez daha teşekkür etmeli. Sağ ol sen, gönlünden geçenlerle karşılaşmanı diliyorum en yakın zamanlarda...

24 Mar 2009

Mezar Taşları

FRANCIS PICABIA
Niçin
Seni mezarına dört köpeğinle
Bir gazeteyle
Ve şapkanla gömmelerini istedin
İstedin ki taşına şunu yazsınlar
İyi seyahatler
Bir şey değil öteki dünyada da deli zannedileceksin.
 
THÉODORE FRAENKEL
Öldüğün vakit harikulâde bir hava vardı
Mezarlık o kadar güzeldi ki
Hiç kimse mahzun olamadı
Epeydir de senin artık orda olmadığını sanıyorlar
Homurdanmalarını duymuyorum
Susuyorsun
Yahut omuz silkiyorsun
Cenneti görmeyi asla istemezdin
Nereye gideceğini artık bilmiyorsun
Ama sen işin alayındasın
 
MARIE LAURENCIN
Kafesteki bu güzel kuş
Senin mezardaki gülüşündür
Yapraklar dans ediyor
Uzun uzun yağmur yağacak
Bu akşam hareketimden evvel
Ağaçların çiçek açtığını görmek istiyorum
Bir dişi geyik sessizce yaklaşacak
Bulutlar biliyorsun pembe ve mavidir
 
LOUIS ARAGON
Dostların küçük kızlar halka oldular
Sana çelenkler ördüler
Ufacık yalanlarınla
Sana kâğıt getirdim
Ve çok iyi bir kalem
Ebediyette şiirler yazacaksın
Koruyucu melek seni teselli eder
Kravatını bağlar
Ve sana gülmesini öğretir
Artık beni unuttun
Allah benden çok daha güzeldir
 
PAUL ÉLUARD
Oraya bastonunu ve eldivenlerini de götür
Düz dur
Gözler kapalı
Pamuk bulutlar uzaklarda
Ve bana Allahaısmarladık demeden gittin
Bir yağmur
Bir yağmur
Bir yağmur
 
TRISTAN TZARA
Kim o
Bana elini uzatmadın
Ölümünü duydukları vakit çok güldüler
Ebedî olmandan öyle korkmuşlardı ki
Son nefesin
Son gülüşün
Ne çiçek ne de çelenk
Sadece küçük otomobiller
Ve beş metre boyunda kelebekler
 
ANDRÉ BRETON
Bakışını gördüm
Gözlerini kapattığın zaman
Mahzun olmama izin vermedin
Ve ben bir şey yapmasam bile bol bol ağladım
Artık bana hiçbir şey söylemeyeceksin
Hiç ama hiç
Bir sürü adam çiçekler getirdi
Nutuklar bile söylendi
Ben hiçbir şey söylemedim
Seni düşündüm.
 
Philippe Soupault'un bu şiirini - Orhan Veli çevirisiyle - okuduğumda da pek küçüktüm şimdiye göre. Ortaokul yılları için oldukça eğlenceliydi ilk kısmı ama gerisini gün geçtikçe anladım ancak. Her gün biraz daha çok… Herkesin olmayı denediği - görünmek istediği haller var (Ben de dâhilim bu herkese, kendimi hariç tuttuğumdan değil yani). Ama aslında herkes kendini kandırmak için yalan söylüyor gibi. Şöyle uyuyup böyle uyandığına, yazmayı çok sevdiğine, resme âşık olduğuna, hayatının fotoğraf çekmeye adanmış olduğuna... Yani her zaman hayatında en önde gelen bir şey olduğuna - eksik parçaların olmadığına - hayatına yeni şeyler dâhil olduğunda o “çok sevdiği”, “kendini çok adadığı” şeylerin hala aynı yerde duracağına “önce” kendini inandırmak için... Sonra o kadar inanıyor ki söylediklerine, çevresindekiler de inanmaya başlıyor. Sonra, bir gün bir şey oluyor ve aslında gizliden gizliye beklenen o eksik parça ile kavuşunca, bütün o sözler uzayın sonsuzluğuna karışıyor. Herkes sanıyor ki, hiç iz hiçbir eser kalmamıştır önceki sözlerinden. Oysaki başka kulaklar da duyduysa o sözleri, hiçbir şey kaybolmamış oluyor. Ama o kulaklar da sahipleriyle birlikte işi bitenler rafına kalktığı için çoktan, sadece “yalan” olduğunu düşünen birkaç kişi dışında kişiye hiçbir iz kalmıyor gerçekten. Ve o düşünenler de birer birer silinip gidiyor zaten herkesin hayatından.
“Ben hiçbir şey söylemedim
Seni düşündüm.”

22 Mar 2009

İki kere iki kaç eder?

Cahit Oben'i bilir misiniz? Ertem Eğilmez'i bilirsiniz ama... Tarık Akan'ı...
Peki ya Kahraman Kıral'ı? Ama Fatih Kıral Mobilya'yı bilirsiniz kuvvetle muhtemel.
1973'te dünyada olan var mıydı? Ya da "Canım Kardeşim" filmini hatırlayan? Hani Tarık Akan ile Halit Akçatepe'nin kanlarını sattıkları, Metin Akpınar'ın tefeci - factoring diyoruz kibarca buna şimdi biz - olduğu o film. Her sefer izlediğim, her sefer ağladığım, her sefer, her sefer ekran başına geçtiğim filmlerden...
Küçüklüğüm Türk filmleri ile geçti benim. Daha okuma - yazma bilmezken, eski evin kocaman kapısının önünde "pırıl, pırılll" diye kendi kendime oyun oynarken - küçükken de mi bozukmuşum ne? :) pırıl da ne menem bi oyunsa artık... - Türk filmlerinin - neredeyse - hepsini bilirdim ben.
Ne Ayhan Işık, ne Belgin Doruk, ne İzzet Günay, ne Göksel Arsoy, ne Filiz Akın, ne Ediz Hun, ne Hülya Koçyiğit, ne Kartal Tibet, ne Fatma Girik, ne Cüneyt Arkın, ne Türkan Şoray, ne Tarık Akan, ne de şimdi ismini unuttuğum diğer bütün Yeşilçam emektarları... Hepsini ezbere bilir, tek bir kareden filmin künyesini verirdim size. Zaman geçti, üstüne yenilerini ekleyemedimse de, pek çoğunu ezbere bilirim hala.
Onlar beni hiç şaşırtmaz. Üzecekse üzer, sevindirecekse sevindirir. Ama iki kere iki dörttür hep. Sinerji icat edilmemiştir Türk filmlerinde. İyi ki de edilmemiştir... Hep oldukları gibidir onlar. Olunması gerektiği gibi.
Sabah her halimizi bildiğimiz - bakışlarımızı hiç bir şeyle giydiremediğimiz - dostlarla kahvaltıdaydık. Biri zorlu bir ilişkinin ardından yorgun, öteki yeni bir hayata yüzünü dönmeye çabalarken, en deli dolusu masanın - aslında içindeki kırıkları saklamak için belki de - hayatının dolup dolup taşmasını anlatıyordu.
Ben dinlemeyi seçtim. Çünkü anlatacak bir şeyim yoktu. Ya da anlatmaya gerek yoktu. Zaten ben anlatmadan da anladılar. Yok dedim, saygıyla üstelemeden kenarından geçtiler sessizliğimin.
Sonra baktım ki, en çok Türk filmlerinde buluyorum kendimi. Hani belki küçüklüğüm onların içinden geçtiği için... En iyisi belli bir mesafeyi korumak kirpiler gibi. Ne büsbütün içinde zamanın, ne de büsbütün dışında*. Dönüp Türk filmlerine sarılmak lazım, başından sonunu bildiğimiz oyunlara...

* Ahmet Hamdi Tanpınar, Zaman.

21 Mar 2009

Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü

"Basireti bağlanmış", "başının gözünün sadakası olsun", "verilmiş sadakanız varmış", "allah kurtarmış", "hayırlı başınız varmış","hayırlıysa beri, değilse geri", ...
Bildiğim, bilmediğim bütün atasözleri ve deyimleri kullandım bugün ama bazı şeylerin hiç değişmediğini insanların yedisinde neyse yetmişinde de o olduğunu bir kez daha anladım.
"Köküne kibrit suyu", "lazımlık tepesi" falan... Ne varsa...
Şimdi Kavak Yelleri'ni seyrediyorum Özgür'ün yerine - yok, o bana seyret demiş falan değil sadece ben o seyretmiyor biliyorum ya, ondan seyrediyorum - adamın biri karısını dövüyor. Bir başkası "Berrin" kötü kadınlarından... Bugün bir adet hırsız kadın, bir adet de güvensiz çift, bir adet aldatılan gururlu kadın gördüm. Ve diğerlerinin mutluluğuna rağmen ben o aldatılan mutsuz kadının yerinde olmayı tercih ederdim. Hani, "basılacaksan adamıyla, asılacaksan İngiliz urganıyla" derler ya; öyle bir şey çünkü o kadının içinde - dışında - çevresinde bir hale şeklinde yaşıyor. Canı da yansa; hayat dolu, dimdik, cesur, pişmanlıktan uzak. İşte benim kadınım dedim. Benim sevgili cesur kadınım...

17 Mar 2009

Acı

Bu sabah erkenden kalktım ve yatağımdan bakınca,
Taaa uzakta, boğazın çırpıntılı sularında
İlerleyen bir tekne gördüm,
Durmadan ilerleyen tek bir ışık.
Perugia'da dağlara çıkıp
Ölen karısının adın haykıran arkadaşımı hatırladım.
O öldükten çok sonra bile
Basit yemek masasına
Karısı için de bir tabak koyan.
Ve karısı temiz hava alabilsin diye
Pencereleri açan.
Bütün bu gösterişi
Utanç verici bulurdum ben
Öbür arkadaşları da öyle.
Bunu hiç anlayamamıştım,
Bu sabaha kadar...

Raymond Carver yazmış bu şiiri, şiir defterimi karıştırırken - az evvel yazdığım kayıttaki şiirin şairinden emin olmak için eski defterleri karıştırıyordum evet - buldum.
Her okuduğumda o yalnızlık duygusunun buruk tadını hatırlatan bu şiirle bu gece karşılaşmak ilginç bir tesadüf oldu. Gözlerimde bir yanma var, gözyaşım az ya, ondan olmalı. Damlamı kullanırım geçer, değil mi? Hayat bir sıfır sadeliğinde ilerleyen bir doğru olsa mesela. Herkes olduğu gibi, olduğu kadar, dosdoğru olsa... Herkes için değil ama benim olduklarım kadar hiç olmazsa birileri de bana can simidi olsa... Soru sormasa, sadece yanımda dursa, sormadan - söylemeden de anlasa...
Hani gözler anlatır demiştim ya bir ara, anlatım bozukluğu olabilir mi bende acaba?

Kurtçukların yolu nereden geçer?

Ben sana nasıl anlatayım be güzelim şimdi?
Her vuruşta sandalın yanağına
Dalgaların çıkarttığı sesi gece boyu
Ay ışığının çalkantısında
Misinanın ucuna bağlamayı umudu
Tüp lambasının denizi yeşile boyayan aydınlığını
İyot kokusunu
Tuz sızısını
Yakamoz parıltısını
Ben sana nasıl anlatayım be güzelim
Zargananın kırıtarak suyun sırtında gezintisini
Yem oluşunu yemlenmeye gelen istavritin
Livarın toplama kampına benzediğini
Uzak tarlalarda yakılan anızın sıcaklığını
Karanlıkta giden gemilerin yönünü bulmayı
Olta lüferinin ağ lüferinden farkını
Nasıl anlatayım ben sana güzelim be şimdi
Küçük ayının büyük ayıdan korkmadığını
Kutup yıldızının hiç üşümediğini kuzeyde
Bulutların içip içip kendi aralarında kavga ettiklerini
Martıların yüzlerini niçin rüzgâra döndüğünü
Şimdi ben sana nasıl anlatayım be güzelim
Deniz kestanesinin dikenini çıkartmanın usulünü
Oturmuş bütün gün web sayfası çeviriyorsun
Sizin internet sitesinin bekçisi
Versen sigarayı bayram etmez
Bizim yazlık sitenin bekçisi Hüseyin gibi

demiş Uğur Kozlu, ve sadece ilk dize - ki ara ara tekrar eder kendileri - beni vurur, silkeler.
Nasıl gerçekçi bir deyişle başlamış şiire, durup durup elimizde bir rakı kadehi varmış gibi hissettirmiyorsa, ben de bir şey bilmiyorum!
Kızların daha romantik, süslü lafları sevdiği mi gerçek yoksa erkeklerin daha düz olduğu mu?
İnsanlar üzüntülerini sündürene, bezdirene kadar anlatıp fikir sorarken; sevinçlerinde neden sonra - üstünkörü - anlatıp geçerler. Sanki anlattıkça eskiyecekmiş gibi. Yahut da tam tersidir; ufacık bir umut belirtisidir ellerindeki, onu da anlata anlata bitiremezler. Dinleyip dinleyip o umutların altını körüklemeni isterler bir de...
Uzun lafın kısası, şimdi ben sana nasıl anlatayım be güzelim; kurtçukların yolu nereden geçer? Hangi tilki nereye girer, hangisinin kuyruğu ötekine dolanır? İnsanın niye her bir sözden canı yanar?
Ben sana nasıl anlatayım be güzelim? Nasıl?

12 Mar 2009

Gözler anlatır....

Az evvel gitti Gökçe,
Serseridir, deli doludur, "sicili bozuk"tur ama can insandır kendisi... Bir başka can dostumun vesile olduğu can dost. Anlatmadıklarımı anlayanlardan. Her zamanki gibi "ne olacağız abi? memleketin hali noolcak? işi sevmiyorum? zayıflamak lazım, aşk lazım, kendi evimiz olsa...." sohbetleri ettik. Halimize şükrettik, hayırlısı olsun, sağlık olsun en baş dedik. Güldük, gülüştük, sarıldık...
Sonra bana dedi ki, giderayak; "haftaya daha çok görüşelim, hep meşgul ol sen". Bir kez daha sarıldık. Sözler anlatmasa da gözler anlatıyor çünkü...

9 Mar 2009

Emanet Dolabı Bebekleri...

Annelerinin herhangi bir tren istasyonunun emanet dolabına terk ettiği iki çocuğun hayatını anlatır "Emanet Dolabı Bebekleri". Terk edilmişliği küçücükten öğrenen iki insanın yetişmesini - o derin yarıklarla, o kocaman korku ve ümitsizlikle baş etmeye çalışmalarını - anlatır. Bir yandan da "datura"nın o muhteşem gücünü okur, bıyık altından güler insan. Datura!
Bir yanda da gerçek hayat var tabi. Kakuleli latte içmenin midemi ağrıtmadığı, söylenmemişlerin söylenenlerden daha çok acıttığı, yakın sandıklarımın uzak olduğu, uzakta duranların o geçici yakınlığının yakındakilerden daha gerçek olduğu gerçeği var. Samimiyete kaybolan inancım var (ya da yok demeli belki de...).
Dünü bilmek, bugünü görmek ve kıyaslamak var dünle günü. Sonra ayakkabı çivisi durup durup kendine batmak var. Bir kaç Türk filmi aldım dün. Çok eski bir tanıdıkla karşılaştım, çocukluk günlerimi hatırlatan bana. O zamanlar birbirimizi sevmediğimizden - onun beni sevmediğinden daha doğrusu - emindim. Şimdi ikimiz de o günleri hatırladık, biliyorum. Lakin ikimiz de ne kadar büyüdük, onu bilmiyorum...
Her şey mi sahte, yoksa o çocuklar gibi her şeyin temelini aramakla ömür mü tüketiyoruz böyle?

5 Mar 2009

Excel 65.000 satır...

Unutulan adab - ı muhaşeret kuralları diyor NTV tarih dergisinin reklamı - bu böyle mi yazılıyordu unuttum şu saatte - ...
21 mart yılın sırtı diyor bir okuduğum, bir başkası 29 mart'ta yaz saati uygulaması başlıyor diyor. Öbürü 8 Nisan'da vize - yoksa 13 nisan mıydı? - var diyor. Excel'de galiba 65 bin satır var, word'e yapıştırınca bir sürü kayıyor şekiller...
Bir dizinin yeni bölümlerini bekliyorum heyecanla, diğeri aylardır bekliyor hep "bugün" diye...
En yakınlarımdan biri bir süreliğine yurt dışına gidiyor; bir diğeri 2 aydır işsiz, yaza evlenecek, iş arıyor; öteki bahar geliyor depreşmiş; öbürü rejime başladı; bir başkası - her daim aşık ya - vazgeçmiş aşk meşk işlerinden... Velhasıl dünya büyüdükçe büyüyor. Ben ise küçüldükçe küçülüp kendime sığıyorum her sefer.
Bir kadın var hayatta en çok güvendiğim - benim dünyama, yaşadıklarıma çok uzak; çok daha fazlasını yaşamış, görmüş, duymuş - beni her sefer ilgiyle dinleyen... Bir ona anlatmak bile zor geliyor herhangi bir şeyleri. Vaktim yok diyorum, belki gerçekten vaktim yok. Yani ara vermeye, durmaya, bir şeyleri sıraya dizip anlatmaya... Hem belki gerek de yok. Nasılsa değişmiyor konuştukça.
Hava döndü, mevsim yüzünü ilkbahar çevirdi. Bundan sonrası güneşli günler olacak bence. Yine, yeni yeni hevesler, başlangıçlar yapacağım. Yürüyüşlerime geri döndüm mesela. Tatlıların "tadını" alarak yemeyi deniyorum, tüketerek değil sadece.... Kitaplarımı okuyorum, yazıları biriktiriyorum aklımda. Velhasıl bahar geri geliyor, ağır adımlarla da olsa!