5 Kas 2009

Gidenler dönmez geri...

Yaşla mı alakalı bu, yoksa yaşadıklarımızla mı bilmiyorum ama bazı şeyleri gün geçtikçe kaybediyorum sanki. Öyle şeyler ki bunlar bir kucaklaşmayla anlayorum mesela kaybettiğimi, bir daha muhtemelen hiç bulamayacağımı... Karşımdakinin o utangaç tebessümü, gözlerini kaçırdığı o uzaklık artık benim sahip olmadığım şeyler mesela... Sevginin o utangaç içe dönük hallerine bir daha sahip olamayacağım, o "ilk"leri çoktan tüketmiş olduğum mesela...

Gerçekliklerimizin belirgin şekilde farklılaşmış olması; benim onu anlıyor, onunsa beni yadırgıyor olması... Hayata dair sadece kendi düşüncelerimi, kendi doğrularımı ciddiye alıyor olmam... Hele ki belli bir yaşanmışlığı paylaşmadığım insanları sadece gülümseyerek dinler hale gelmem...

Bir de hayattan kayıp gidenler var. Bazı dostları bir daha hiç eskisi gibi olamayacağımızı bile bile kaybettiğimi gördüm misal. Çok sevdiğim insanların uzaklarda olduğunu ve bir daha asla o eski günlerdeki gibi yakın olmayacaklarını gördüm. Hani o çay - çikolata günleri, Halley ile süt saatleri, o Barbaros'tan inerken konuşulan şen hayaller, vapurda dağıtılan o broşürlerle unutulmaz anılar edinmeler, kırmızı ışıkları koşturarak geçmeler, çokoprensle birlikte kaşer yemeler, bir fincan kahvenin içinden koca bir dünya yaratmalar, yollarda bir çizgi üstünde yürüyememeler... Hep yanyana bile olsak bir daha asla eskisi gibi olmayacaklar. O güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri gibi, biz de bir yerlere gittik ve geri dönmeyeceğiz bir daha...

Bir başka arkadaşlığın gölgesiyle lekelenmemiş dostluklar ve asla çıkmayan o lekeler... Hani sadece yanyana oturup birbirini anlamalar... Bunların çok uzakta kaldığını ve bir daha asla geri gelmeyeceklerini biliyorum. Bir yandan hayatın akışı diyorum, bir yandan üzülüyorum harcadığım emeklere ve zamana boşa mı kaybettim hepsini diyerek... Bir yandan da ben mi anlaşılmazım, insanlar mı istemediklerini anlamayacak kadar bencil diyorum. Cevap her ne olursa olsun ben onu söylemekten korkuyorum.

Hani insanların yüzlerinde bir maske olur ya bazı tiyatro oyunlarında, o maske oyun boyunca ne olursa olsun hep aynı ifade ile kalır, işte kendimi o maske yüzüme yapışmış da kalmış gibi hissediyorum. Söylenmemek ve içindekileri konuşmamakla alıştığım ve alıştırdığım bir hayatı yaşarken; kendimi kendim bir şeylere / bir yerlere / birilerine bağlıyorum galiba. Ve bu böyle olunca herkes de beni bu maske gibi sanıyor, en yakınımdaki insanlar bile o maskeyle konuşur gibi konuşunca öyle bir kırılıp dökülüyorum ki aslında... Ama bunu da kimse görmüyor işte, o da maskenin arkasında kalıyor. Sonra hakkımdaki fikirlerini de söylüyorlar üstelik pervasızca yüzüme... "Ne biliyorsun ki?" demek geliyor içimden, "Ne sanıyorsun ki sen hayatımı?". Ama demiyorum... Çünkü hiç söylemedim daha önce, söylemek de istemiyorum. Mecalim yok... Kendimi anlatmak, tanıtmaya öğretmeye çalışmak istemiyorum ki...

Yorgunluk öyle bir örtü ki, kolunu kaldırmaktan ağzını açmaktan mahrum bırakıyor insanı. Ve zaten diyorsun ki? "Ne çıkar? Hiç kimse bilmese ne çıkar?"

Biz ayrık otları, hep böyle olacak olduktan, bizi ancak - o da arada sırada sapar üstelik - biz anlayacak olduktan sonra; "yakın" dediğimiz insanların çoğuyla sadece bir kaç istasyon arası birlikte yolculuk edecek olduktan sonra, "ne çıkar hiç kimse bilmese?" Aynalar biliyor nasıl olsa....

Gölgenizi benden uzak tutun lütfen, ışığa ihtiyacım var...

(02.09.2008)

Hiç yorum yok: