5 Kas 2009

Hayat adil değil...


Ne içkiler şişede durduğu gibi durur, ne de hüzün başkalarının gözlerinde durduğu gibi gözlerimizde...
Acıların insanı kaç yıl yaşlandırdığını konuştuk bugün, türlü acılarla tanışmış; tanıdıklıklarını da, yabancılıklarını da gizleyen insanlarla...Hepimizin sırları vardı kendine sakladığı. Hepimiz en çok acıyı kendimiz çektik sanıyorduk, en çok yaşlanan kendimiziz sanıyorduk. Oysa ki hiç bir kalp kırığı birbirinin aynı olmuyordu, hiç bir acı ötekine eş değildi, hiç bir zaman benzer şeylerin boşlukları farklı yüreklere aynı etkiyi yapmıyordu. Bazen erken bir veda, bazen hiç dönülmeyen yollar, bazen geri gelmeyecek olan gidenler... Ama hiç biri aynı durmuyor işte aynı acı da olsa, her bünyede farklı desenler yapıyor, kimini sağdan sola, kimini soldan sağa, kimini dikine dikine çiziyor yüreklerin...
Kimi "keşke"leri yok etmeye yetecek gücümüz hiç olmadı, hiç olmayacak, şanslıysak düzeltebileceklerimizi düzeltiyoruz, değilsek arkasından bakıp biten hikayelerin, tozlu defterlerin arasında kuruttuğumuz anılarımıza bakıp bakıp buruk gülümsüyoruz sadece ya da kendimize karşı güçlü olmayı bırakıp bir güzel ağlıyoruz kopsun inceldiği yerden diye...
Bir koku duyup apansız onunla gelen anılara ağlamak nedir hiç bilir misiniz? Başınıza geldi mi? Her şey eski haline gelse, olanlar hiç olmamış gibi de olsa asla o eski halinizde olamayacağınızı bildiğiniz hallerden geçtiniz mi? İçinizde büyüttüğünüz o acıları asla unutamayacağınızı - dünya tüm yaşananları hafızasından silse de - sizin içinizden silemeyeceğinizi bildiğiniz acılar var mı? Yok olsun... Olmasın. Olanlar bilirler dediğimi, onların tamiri yok, olmayanlar hiç öğrenmesin, sevdiklerim için en büyük dileğimdir bu. İnsanların gözünden acısını görüp anlamak da ayrı bir acı çünkü içimizde büyüttüğümüz...
Sokakta serin bir bahar havası var, hafifcecik üşüten, dostları düşündükçe gülümseten - yoran, yorulan, ağlatan, güldüren, paylaşan, çözüm arayan, bulamayan, çaresiz kalan, sevinen, sevindiren, seven... dostlar - kafamızı karıştıran, çok sevdiğimiz ama zaman zaman bizi yoran dostlar... "Sabaha kadar yürüseydim keşke" dedirten, dünyadan uzaklaştıran sonra sokaktaki sarhoşun bakışlarıyla dünyaya geri getiren serin bir hava. Hayallerde bile uzun süre yaşamamıza engel olan şehrin güzel havası...
Kanın tadı ile gözyaşınınki birbirine benzer, ikisi de tuzlu. ikisi de acıtır insanı havayla temas ettiğinde - nadirdir sevinç verdikleri o kucaklaşma anında, o nadir zamanları yaşayanlara da ne mutlu - ağlarken gözyaşına bulanıp daha çok ağlayan, ağladıkça susamayan, susamadıkça düşünen, yani galiba içinden kanayan bir canlı olduğumuz için benziyor tadları birbirine bu kadar?
Murathan Mungan'ı ne çok anlıyorum gün geçtikçe, "okuduklarınızdan size tanıdık gelenler çoğaldıkça yaşlandığınızdan şüphe edin" derdi ya, şimdi anlıyorum daha da çok...
Yaşım mı? Sormayın, söylemeyeceğim...
(09.06.2008)

A: Endişelenediriyor beni yazdıkların, gün geçtikte geliştirdiğin bilgeliğinde yorumlayışının, sanki hakan gündayı tanımışçasına ve sanki onun seninle yaptığı konuşmalar sonrasında oturup yazdığına dair imalar uçuştururcasına. endişeliyim senin için, senin adına, seninle birlikte.durmadan açılan, durmadan büyüyen durmadan farkeden gözlerinin göreceklerini hissedebilmek acısı, korkusu.Ben ne kadarını gördüm ki, en sonunda korkup kapamıyor mu insan kendisini.Bir yere kadar alabiliyor akıllarımız gördüklerini, ondan sonrasını sanki bir masalmış gibi izlemiyor muyuz? Sanki artık ondan sonrasında başımıza gelenler başkalarının başına geliyor gibi, bir kahraman çıkıp onları (yani aslında bizi) kurtaracak gibi. Her masal iyi biter gibi. (oysa pamuk prensesin üvey annesi mutsuzluklarına gömüldü kaldı, güzel olmayı istemişti sadece, şimdi olsa bir kaç estetik cerrahi müdahalesiyle çözümlenebilecekti olay.)
Fakındalığı artan insanlar için endişeleniyorum çünkü bu adam ve kadınlar bu sınırların kapılarını araladıklarında artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş oluyorlar. (mavi hap kırmızı hap gibi) yani artık kız kıza oturup üçüncü kızın dedikodusunu yapmanın çok uzağına, elde çaylar kapı önlerinde oturup çiğden çitlemenim (çekirdek yemek) çok uzağına, dantelde motif çıkarmaya çalışmanın çok uzağına düşüyorlar. Bu ve benzeri pek çok şeyi çıkardığımızda elimizde soğuk, acı bir gerçeklik aklıyor. cezaevlerinde ölümler, tersanelerde ihmaller... solcuların hiç bitmeyen gençlik anıları, sağcıların vatan millet sakarya edebiyatları, hülya avşarın dekolitesi ve hande yener'in kocaman gözlükleri kurtaramıyor bizi o çelik gibi soğuktan. etimizin çekildiği, kurak, kocaman, ıpışıklı bir meydan bu, bir mahşer demosu gibi. orada durup karşılaştığımız gerçeğe mi yoksa o gerçeğe ulaşabilmek adına gösterdiğimiz çabaya mı küfredelim bilemiyoruz işte. oysa diğer yanda devam ediyor hayat. biz, araba farına yakalanmış tavşanlar gibi ezilmeyi bekliyoruz...
bunları söyleyen olmaktan nefret ediyorum ve bunları söyleyen olma yaşına gelmekten.benden yaşça küçüklere hiçbirşey söylemeyeyim istiyorum ama dilin kemiği yok ve bu iş çok daha çetrefilli bir hal alacak bir de kendi çocuğuna anlatmaya çalıştığında bunları.
haftasonu babamlarla yemek yerken, deniz Gezmiş'ten açılmıştı konu bir ara ve ben"hatırlıyor musun ne biçim kızıp odayı trketmiştim sen denzi gezmiş için "bu çocuğa da yazık oldu" dediğinde"dedim. güldü. O zaman ben odadan çıktığımda da gülmüştü ama ben o zaman neden güldüğünü anlamamıştım. oysa evet, yazık olmuştu, insan ölünce üzülünmez mi?
yaşadıkça öğrenmek ve öğrendikçe hayal kırıklığına uğramak korkarım insanoğlunun en bğyğk trajedisi. Ya da bunu seçmiş olanlar için diyelim en azından.
şimdi hafifçe kapayalım gözlerimizi, gülben ergenin sallanan kıçında hayale dalalım.
lost'ta yeni sezona bakalım.....
(10.06.2008)

Hiç yorum yok: