24 Eki 2014

Her şey yalanmış meğer...

Küçükken sevimli masum hayallerimiz vardı. Büyüyüp koca koca kadınlar ve adamlar olduğumuzda hayat "çok güzel" olacaktı. O filmlerdeki gibi, bir sürü dostlarımız olacaktı kocaman akşam yemeklerinde bir araya geldiğimiz, gülerek neşeyle ondan – bundan, sanattan, siyasetten söz edeceğimiz dostlarımız. Belki bir aşçımız ve köşkümüz de olurdu, bizi çok seven bir eşimiz, küçük şirin çocuklarımız – muhtemelen bizi hiç yormayan, sinirlendirmeyen, üzmeyen – bir işimiz, çalışma arkadaşlarımız ve müdürümüz...
Bugün biraz daha büyüğüm küçüklüğümden, yaşım 10 - 15 fazla bu hayalleri kurduğum günlerden, ruhum çok daha hızlı büyüdü, tüm bunların gerçek dışı hayaller olduğunu anlamama yetecek kadar hızlı. İçimden geçeni tam ifade etmemin de mümkün olmadığını biliyorum artık. İnsanlarla önceliklerimizin çok "ama gerçekten çok" farklı olduğunu biliyorum. Bunda kabullenemediğim bir şey yok aslında, alıştım da zaten. Kabullenemediğim tek gerçek, benim bu farkındalığa bu kadar geç ulaşmış olmam. 
O akşam yemekleri sadece "eski" dostlarla güzel. Gerçekten çocukluğumdan beri benimle olan, birbirimize baktığımızda ne düşündüğünü bildiğim, vitrinde gördüğümü bunu E.’ye alayım deyip aldığım, "o tatlı sevmez, bir tek dondurma" dediğim, bu adam bu yalnızlığı hak etmiyor, keşke elimden  bir şey gelse bu mutsuzluğa dediğim, gece rüyamda görüp uyanınca "nasılsın" diye aradığım sorgusuz sualsiz yargısız dostlarla. Zaten artık kalabalıklar da sıkar oldu beni. Herkese gülümsemek; herkesle sanat ya da siyaset, yemek, içmek, gezmek konuşmak da istemiyorum. Artık küçücük bir evim olsun istiyorum, temizlik için birilerine ihtiyaç duyacağım o kocaman köşkü değil. İş denen şeyin beni mutlu etmeye yetmeyecek kadar küçük, ya da benim iş hevesimin, çalışma aşkımın çevremde gördüğüm beklenen iş hırsının yanında çok küçük olduğunu, işe gitmemin kendi isteklerime ulaşmak için kazanmam gereken parayı sağlama aracı olduğunu biliyorum artık. "Patron" anlayışının "sahip" zihniyetiyle yaygın yürüdüğünü, ne kadar çok verirsen senden daha çoğunu istediklerini işte değilken bile işin insanı rahatsız ve meşgul ettiği gerçeğini de öğrendim. İnsanların hayatlarını doldurmak için işe asıldıklarını, umutsuzluklarını mutsuzluklarını işe gömdüklerini ama bunun benim kapasitem ve de isteğim dışında olduğunu da öğrendim.
Beyaz atlı prense ve mutlu aşklara, evliliklere de inanmıyorum artık. Biçilmiş rollere uyma yetimin olmadığını, beklentilere uymadığımı ve uymayı zaten pek de istemediğimi, sabah akşam sevgilimi arayıp onunla olmak istemediğimi, yalnızlığımı – biraz korkutucu bir biçimde – sevdiğimi de öğrendim. Gördüğüm hiç bir ilişkiye, evliliğe "keşke" diye bakmadığım gerçeğinden ve buna benzer diğer şeylerden anladım bu acı gerçeği.
Türkiye’de yaşamımın çok da şu anki halinden ileri gitmeyeceğini, benim de buna rağmen başka bir yere gitmek istemediğimi, aynı dili konuştuğum ama bir yandan da beni bitap düşüren bütün insanlarla birlikte olmamaktan korktuğumu, bugün yediğim yemeklerden ayrı, başka bir yerde yeni bir yerde yeniden başlamaya cesaretim olmadığını da öğrendim.
Zaten aslında o gördüğüm yemeklerin "Şükran Günü" vb. yemekleri olduğunu, o hindinin öyle kızarması için üstüne salça veya şekerli su sürüldüğünü, üstelik hindi etini de hiç sevmediğimi öğrendim. Ben zeytinyağlıları ve hamur islerini seviyorum galiba daha çok. Bir de tekrar izlerken o filmleri, aslında eski Türk filmlerini sevdiğimi fark ettim ben. Ertem Eğilmez’in salon komedilerini.
O çocukluk hayallerimden geriye şimdilik sadece o sevimli çocuklar kaldı. Ortamda kaç yetişkin olursa olsun oynamak için hala beni seçen çocuklar. Onlar için planlarımı gerek ve yeter koşulları sağladıktan sonraya erteledim.
Kısacası meğer her şey yalanmış küçükken bildiğim. Ya da hayallerim gerçeklerden daha büyük. 
Kim bilir belki de büyümek böyle bir şeydir?
11.12.2006

Hiç yorum yok: