Küçükken
sevimli masum hayallerimiz vardı. Büyüyüp koca koca kadınlar ve adamlar olduğumuzda
hayat "çok güzel" olacaktı. O filmlerdeki gibi, bir sürü dostlarımız olacaktı
kocaman akşam yemeklerinde bir araya geldiğimiz, gülerek neşeyle ondan –
bundan, sanattan, siyasetten söz edeceğimiz dostlarımız. Belki bir aşçımız
ve köşkümüz de olurdu, bizi çok seven bir eşimiz, küçük şirin çocuklarımız
– muhtemelen bizi hiç yormayan, sinirlendirmeyen, üzmeyen – bir işimiz, çalışma
arkadaşlarımız ve müdürümüz...
Bugün
biraz daha büyüğüm küçüklüğümden, yaşım 10 - 15 fazla bu hayalleri kurduğum
günlerden, ruhum çok daha hızlı büyüdü, tüm bunların gerçek dışı
hayaller olduğunu anlamama yetecek kadar hızlı. İçimden geçeni tam ifade
etmemin de mümkün olmadığını biliyorum artık. İnsanlarla önceliklerimizin çok
"ama gerçekten çok" farklı olduğunu biliyorum. Bunda kabullenemediğim
bir şey yok aslında, alıştım da zaten. Kabullenemediğim tek gerçek, benim
bu farkındalığa bu kadar geç ulaşmış olmam.
O
akşam yemekleri sadece "eski" dostlarla güzel. Gerçekten çocukluğumdan
beri benimle olan, birbirimize baktığımızda ne düşündüğünü bildiğim, vitrinde gördüğümü
bunu E.’ye alayım deyip aldığım, "o tatlı sevmez, bir tek
dondurma" dediğim, bu adam bu yalnızlığı hak etmiyor, keşke elimden
bir şey gelse bu mutsuzluğa dediğim, gece rüyamda görüp uyanınca "nasılsın"
diye aradığım sorgusuz sualsiz yargısız dostlarla. Zaten artık kalabalıklar da sıkar
oldu beni. Herkese gülümsemek; herkesle sanat ya da siyaset, yemek, içmek,
gezmek konuşmak da istemiyorum. Artık küçücük bir evim olsun istiyorum,
temizlik için birilerine ihtiyaç duyacağım o kocaman köşkü değil. İş denen şeyin
beni mutlu etmeye yetmeyecek kadar küçük, ya da benim iş hevesimin, çalışma aşkımın
çevremde gördüğüm beklenen iş hırsının yanında çok küçük olduğunu, işe gitmemin
kendi isteklerime ulaşmak için kazanmam gereken parayı sağlama aracı olduğunu
biliyorum artık. "Patron" anlayışının "sahip" zihniyetiyle yaygın
yürüdüğünü, ne kadar çok verirsen senden daha çoğunu istediklerini işte değilken
bile işin insanı rahatsız ve meşgul ettiği gerçeğini de öğrendim. İnsanların hayatlarını
doldurmak için işe asıldıklarını, umutsuzluklarını mutsuzluklarını işe gömdüklerini
ama bunun benim kapasitem ve de isteğim dışında olduğunu da öğrendim.
Beyaz
atlı prense ve mutlu aşklara, evliliklere de inanmıyorum artık. Biçilmiş
rollere uyma yetimin olmadığını, beklentilere uymadığımı ve uymayı zaten pek de
istemediğimi, sabah akşam sevgilimi arayıp onunla olmak istemediğimi, yalnızlığımı
– biraz korkutucu bir biçimde – sevdiğimi de öğrendim. Gördüğüm hiç bir ilişkiye,
evliliğe "keşke" diye bakmadığım gerçeğinden ve buna benzer diğer şeylerden
anladım bu acı gerçeği.
Türkiye’de
yaşamımın çok da şu anki halinden ileri gitmeyeceğini, benim de buna rağmen başka
bir yere gitmek istemediğimi, aynı dili konuştuğum ama bir yandan da beni bitap
düşüren bütün insanlarla birlikte olmamaktan korktuğumu, bugün yediğim
yemeklerden ayrı, başka bir yerde yeni bir yerde yeniden başlamaya cesaretim olmadığını
da öğrendim.
Zaten
aslında o gördüğüm yemeklerin "Şükran Günü" vb. yemekleri olduğunu, o
hindinin öyle kızarması için üstüne salça veya şekerli su sürüldüğünü, üstelik
hindi etini de hiç sevmediğimi öğrendim. Ben zeytinyağlıları ve hamur islerini
seviyorum galiba daha çok. Bir de tekrar izlerken o filmleri, aslında eski Türk
filmlerini sevdiğimi fark ettim ben. Ertem Eğilmez’in salon komedilerini.
O çocukluk
hayallerimden geriye şimdilik sadece o sevimli çocuklar kaldı. Ortamda kaç yetişkin
olursa olsun oynamak için hala beni seçen çocuklar. Onlar için planlarımı
gerek ve yeter koşulları sağladıktan sonraya erteledim.
Kısacası
meğer her şey yalanmış küçükken bildiğim. Ya da hayallerim gerçeklerden daha büyük.
Kim
bilir belki de büyümek böyle bir şeydir?
11.12.2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder