19 Eki 2018

Ben Ruhi Bey Nasılım?

Tekrar izlemek bir başka oluyormuş aynı şeyleri, aradan zaman geçince. Tıpkı dediği gibi şairin, aynı nehirde iki kere yıkanılmıyor*muş. Edip Cansever'in şaheserine uygun bir anlatımla dökmek istedim içimdekileri, o tadı verebildimse ne mutlu bana…
Başka söze, yoruma gerek yok, keyifli seyirler dileyip huzurdan çekilmektir bugün bana düşen.
Kahvenizin köpüğü bol olsun,
İyi hafta sonları…
Yazan: Edip Cansever
Rejisör: Cüneyt Çalışkur
Dekor: Ethem İzzet Özbora
Kostüm: Gülhan Kırçova
Işık: Önder Arık
Müzik: Tamer Çıray
Oyuncular: Uğur Polat, Taner Birsel, Rüçhan Çalışkur, Mahmut Gökgöz, Ali Fuat Çimen, Ali Ersin Yenar, Canan Sanan, İbrahim Selim

2002 (6.) Afife Tiyatro Ödülleri
Yılın En İyi Erkek Oyuncu
Yılın En Başarılı Işık Tasarımcısı


Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına…

Ve her şey dönüştü işte 
Kahverengi bir çarşambadan 
Sapsarı bir cumartesiye…


Renkler mi dönüşür, günler mi geçer? Yoksa sadece baktığımız yer midir değişen? Aslında kahverengi bir çarşambadan sarı bir cumartesiye ya da pembe bir cumartesiden simsiyah bir salıya dönüşen biz miyiz, günlerden günlere savrulup?

Ne peki?
Yere dökülen bir un sessizliği mi?
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi?
İşini bitirmiş bir org tamircisinin tuşlardan birine dokunacakkenki dikkati ve tedirginliği mi?


Nedir kendimizde ölesiye kurcaladığımız? Anılar mı? Pişmanlıklar mı, yapamamış olduklarımızdan biriktirdiğimiz? Nedir o un sessizliğinde içimizden kopan? Hangimiz, "ben varım - yaşıyorum" diyen hangimiz, "hayatta niye varım" diyen hangimiz o sessizliği yaşamadan geçip gitmiştir ki dünyadan? Kendi gürültüsünde kaybolanların geçebildiği bir sessizliktir o ancak. Huzursuz ruhların hepsi, hepimiz o sessizliği duyarız. Öyle içimizde biliriz, duyarız ki o sessizliği, ne yapsak bozamayız, o sessizlik orada öylece durur. Bakarız. Bekleriz. Geçsin diye dualar ederiz belki, ama biliriz. O bize geldiği gibi, bizden gideceği zamanı da kendi seçer. İşine titizlenen bir işçidir o, büyülü piramitleri inşa eden köleler gibi. Sıradan, ama eşsiz… Sadece kendisinin bildiği, kendisinin seçtiği bir zamanda gelir, hayatımıza girer, bizi değiştirir - telafisiz bir değişikliktir bu, üzgünüm itiraf ettiğime ama bir daha asla eski "kendimiz" değilizdir o gittiğinde - sonra da arkasında o sessizlikleri duyan bir biçare bırakıp gider…

Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgâr
Denize bırakılmış çöpler gibi,
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi,
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.


Duyduğumuz o sessizlik hayatı sorgulamaya savurur bizi, anılarımız köşe başlarında bizi bekler. Doğru - yanlış bir bir gelir, hayatımızın dönemeçlerinde bize selam durur. İşte o zaman anlarız anıların ne önemli, ne acı veren, ne mutlu eden, ne hüzünlendiren bir zamanı temsil ettiğini…

Ben ruhi bey, nasıl olan ruhi bey nasılım?
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim,
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim 
Kapıyı iyice kapadım 
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlembik ağacının altından geçtim,
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım, 
Dişlerimle sıyırdım, 
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler 
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum, 
Azıcık gülümsedim 
Ve dünya bana gülümsedi


Hep kendimi dinlerim ben. Nasılım? Mutlu muyum? Üzgün müyüm? Kırgın mıyım? Nasılım? Sevinçli? Telaşlı? Neşeli? Umutlu? Öfkeli? Çaresiz? Nasıl? Kendimi dinlerken mi duydum o sessizliği, o sessizliklerde mi öğrendim kendimi dinlemeyi, hiç bilemedim. Bazen öyle çok dinledim ki kendimi, Maçka parkı'nda buluverdim bedenimi, ellerimde o herkesin illa ki oturmuş olduğu alçak tabureli çay bahçesinin temiz mi kirli mi olduğuna aldırış etmeden avuçlarımı ısıtmak için sıkıca tuttuğum, içinde sabahtan beri kaynayan acı çayın bulunduğu çay bardaklarıyla? Orada denize bakıp, kalemimle defterime hızla yazdığım satırları kaç kez okuyup, gözlerime bir sis perdesi çekip ara verdim denizi seyretmeye? Kaç kez unuttum kendimi de ağladım, denize bakıp? Kaç kez gülümsedim, sokaktaki insanların düşüncelerine aldırmadan, kendi kendime? Kaç kez sanki fotoğrafım çekiliyormuş gibi durdum, tıpkı Ruhi Bey gibi? Ve kaç kez, kim bilir kaç kez, bana gülümsedi dünya ve ben pek çoğunda onu görmeden gittim?

Nasıl olacaksınız Ruhi Bey? 
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey? 

Böyle sabah sabah Ruhi Bey?
Akşam akşam Ruhi Bey? 
Akşam sabah Ruhi Bey?

Sizinle görüşelim Ruhi Bey?
Vaktim yok, vaktim yok 
Ruhi bey, görüşelim 
Vaktim yok görüşmeye kimseyle 
Ruhi bey 
Kendimle bile, kendimle bile. 
(olmaz ki, kimse kimseyi sevemez ama hiç kimse.)


Hep insanlarla çevremde, yalnızlığı özlediğimde yüzümde gülümseyen - gülümseten maskemle hafif geride durdum, ona kadar saydım, geri geldim. Gelmesem geri çağırdınız, "Nasılsınız?", "Nasıl olacaksın? İyisin, iyisin…", "Bugün de erkencisin?", "Muhakkak görüşelim…" oysaki ben gitmek istiyordum, sizden, herkesten ve her şeyden ve hatta kendimden… 

Bu meyhaneyi yirmi yıldır işletirim
Doğrusu Ruhi Bey gibisini hiç görmedim
Mısır çarşısı'nda baharatçı dükkânları vardır, bilirsiniz
Ruhi beyi ben o dükkânlara benzetirim
Binlerce şeydir çünkü ruhi bey
Nanedir, adaçayıdır, zencefildir
Bu çevrede herkes onu tanır
Bana sorarsanız tanımaz
Şöyle ki, bir ayakkabı çivisi gibi kendine batar
Şarabıyla batar, uykusuzluğuyla batar
Gülmesi hüznüne
Konuşması susmasına batar.


Ama gidemedim de. Durup durup kendime battım, gitmediğim / gidemediğim için de… Ama kendime battığımı da kimselere anlatamadım. Anlatsam beni deli sanarlardı belki, yine geldi bunun jezabel**'i derlerdi içlerinden. "Amma da bunalımlı, ne derdi var ki bunun?" derlerdi. Sonra gülümseyip yaklaşır, "A, ama hiç yakışıyor mu sana? Hadi gülümse biraz, bak yakışmıyor hiç" derlerdi. Sonra türlü şekilli saçmalık anlatır, kendi hüznünde boğulmaya bile bırakmazlardı insanı. Eminim. İşte bu yüzden kendi kendime, bir de benim gibi birkaç sessizlik yolcusuna battım ben hep. 

Ve yıllarca sonra kadının ölüsünü
Bir bulantı cenazesi gibi kaldırdılar içimden


Sonra bir gün anladım. Kendimi bırakıp gitmenin bir yolu yoktu. Mutluluğumun temelini de, mutsuzluğumun temelini de kendi elimle atıyordum ben. Öyle bir kendi başına, öyle bir kalabalık içinde, ama öyle bir yalnızdım ki, kimsenin gücü yetmiyordu bu etten duvar, demirden kafes içine girip düşüncelerimi değiştirmeye. İşte o gün artık kokuşmaya başlayan bir cenaze gibi, o üzgün çocuk ölüsünü de içimde bir yerlere gömmem gerektiğini anladım.

Tepebaşı'ndan Pera'ya girerken
Küçük bir alandan geçeceksiniz,
Geçmeyin!

Ben, karim, bir de anjel
Biz ucumuz kurk kaplarız, kurk dikeriz
anjel elimizde büyümüştür, iyi kızdır
Hemen hemen hiç konuşmayız - içersi biraz loştur -
Yoktur ki ne konuşsak yıllarca konuşmuşuz.


İşte o zaman kendimle konuşmaktan da geçtim. Düşünmekten de geçmeli… Ne konuşacaksam, ne düşüneceksem düşündüm zaten. Düşünmek bir yere getirmedi ki beni… Sorunları tahlil ettim, inceledim de ne oldu, çözümsüz bir bulmacanın içinde kalakaldım. Ne konuşsam daha önce söylemişim, ne desem çemberimin içinde kaldı sesim…

Kimseye bir şey söylemedim
Ama bir daha gelmedi
Ne sevgi, ne nefret, önceleri bir şey duymadım
Sadece gelsin istedim
Uyanık bekledim
Gelsin istedim
Ama bir daha gelmedi.

Bir daha gelmedi, hayır, bir daha hiç gelmedi
Ama onunla ben
Ne zaman istedimse o zaman yattım.


Sonraları anladım içimde beslediğim bir umudun peşimi bırakmadığını, hep o çemberi kırmak için gizliden gizliye kendimi büyüttüğümü, gizliden gizliye bekleyip, açıktan açığa koruduğumu, hep o yalnızlığı paylaşacak birilerini aradığımı, korktuğumu, korktuğumu kimselere diyemediğimi… Korktum, güçlü görünmek zorunda olduğumu sandım, kimselere diyemedim işte... Hayallerimi büyüttüm kendime, uykuların sıcaklığını düşledim sarmaş dolaş, güne uyanan gözlerde aksimi görmeyi bekledim. Sadece benim olan, sadece beni gören bir çift göz bekledim... Sonra bir adam yarattım, gözlerinde yansıdığım. Sesinde sadece kendi adımı duyduğum... Ama bu adam, sadece hayallerimde kaldı.
...
Anlamadığım şu:
Ben neden bir otel kâtibiyim?
Eskiyim, renksizim, kimsesizim,
Yontulmuş kalemlerden, sosisli sandviçlerden iğrenirim;
Papazlardan, homoseksüellerden iğrenirim;
Kız kurularından ve saldırgan dullardan
Ve yaşlı adamların sararmış dudaklarından
Ve deli saraylılardan, onların aybaşı kokularından
Kendimden, kendimden..
Ve nedendir ki ben
Sararmış bir sürahide kirli bir su gibi bekletilirim.

...
Ömrüm sorgulamakla geçti hayatı, kendimi, sevdiklerimi, sevmediklerimi, duyduklarımı, gördüklerimi, okuduklarımı, yazdıklarımı, eşi - dostu, yöneteni, yönetileni, astı - üstü... Nereye vardın derseniz? Kendime batmaktan öte gitmedim, gidemedim. Herkesten soğudum, her şeyden iğrendim. Ama kendimden üç adım öte, gidemedim. Ve kendimle çıktığım tüm yolculuklarda, dünümü, bugünümü, yarınımı unutup öyle gelmek istedim geriye, ama, beceremedim.
...
Sorarım - ki otel kâtipleri sorar - bir terlik nedir?
Terliğin yenisi yoktur,
Geçmişi yoktur, geleceği yoktur,
Yeri ve kimliği zaten yoktur,
Bir terlik; bir terliktir o kadar.

...
Peki, ben neyim, kimim? Hem geçmişimi, hem geleceğimi günümün üstünde içinde taşıyan ben? Durmadan soran, durmadan düşünen, ne olduğunu, niye var olduğunu arayan ben? Ait olduğum yer var mı? Göz bebeğimde hangi durakta ineceğini bilmeyen tren yolcuları gibi bu bakış, niye?

Ama baksak ki birbirimize arada
- Yorulunca işten bakarız da -
Sanki herkes yeni bir haber getirmiş gibidir
Öyledir, öyledir
Yüzlerimiz ona göre kesilmiş,
Ona göre biçilmiştir.
Çünkü insan yalnızken kat ettiği yollardan,
Ne zaman dönse yeni bir haber getirir


Öyle çok gidip geldim ki yalnızlığı arkadaş edip kendime, her gittiğim yoldan dönüşlerimde öyle başka bir ben oldum ki, kime anlatsam inanmaz. Bu yollarda değişmeyen tek şey, refakatçim oldu. Yalnızlığım… Onunla öyle bir bütün olduk ki, gün gelip de ansızın kapımı çalmayın derim, sesiniz öyle bir böler ki yalnızlığımı ortadan ikiye, dayanamam acısına. Bunca yıllık yol arkadaşımı değişemem artık başkasına…

Ne de olsa herkes biraz ölüdür,
Otel müşterileri en önde gelir.
Kendileri soyar kendilerini, kendileri giydirir.
Büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller,
Nedense işte onlar gökyüzüne gömülür.


O koca kalabalıklarda insanlar zannederler ki, yaşamaktalar. Zannederler ki hayat akıp gitmekte ve onlar yaşamaktalar… Zannederler ki kalabalıklar, zannederler ki hayat dolu, umut dolular… Oysaki bilmezler, yere dökülen o un sessizliğini bilmedikleri, duymadıkları gibi… Ölülerden daha çok ölü, aslında hiç yaşamamış olduklarını. Sadece zamandan ödünç aldıkları günleri hiç doldurmadan usulca yerine bıraktıklarını… Büyük şehirler, büyük merkezler, büyük evler, yalılar, konaklar… Hepsi insan dolu da olsa, o kalabalıklar örtmeye yetmez yalnızlıkları. Ruhumuzun yalnızlığını örtmeye yetmez kalabalıklar.
… 
O ben ki,
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi?
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi?
Yalnızca bir hayalet mi yoksa?


Bir hayal âlemidir belki kendimize yarattığımız, mutluluğumuz özenle büyüttüğümüz çiçekler, üzüntümüz çiçeklerimizin dibindeki sarmaşık… Hep düşünüp yerimizi bulmaya çalışırız dünyada, bir çocuk bedenindeyken büyüğüzdür, bir kadınken - bir adamken çocuk. Aslında birken hep yarım zannedip kendini, kayıp yarısını aramakla ömrünü tüketen birer yitik ruh. Hayallerimizin peşinden koşar dururuz.

Biz karı koca masada çalışırız
Anjel yerde çalışır
Nedense hoşlanır bundan, yerde çalışır
Biraz da açık saçık giyinir - söylerim, dinlemez -
Kürkleri bacaklarının arasına sıkıştırır
Kızarsa donunu filan gösterir - söylerim, dinlemez -


"Dur" derim dinlemez… "Bekle" derim dinlemez... "Yapma" derim dinlemez, "Canın yanar, gitme" derim dinlemez. Gençlik delidir çünkü, ruh durulmaz. Umutludur, acıyı bilmez çoğu zaman, bilse de çabuk unutur, gençtir çünkü, dinlemez. Oysa ben, bilirim acının ne ulu ağaçlar büyüttüğünü, ne dalları kuruttuğunu… Öğrendim. Öğrendim gökyüzünü biz boyarız maviye beyaza, öğrendim biz yazarız hayatımızın romanını. Öğrendim yalnızlığın paylaşılmadığını***…

* Herakleitos
** Jezabel, (Atilla İlhan'ın Üçüncü Şahsın Şiiri'nden…)
*** Yalnızlık Paylaşılmaz, şiir, Özdemir Asaf, 1978; şarkı, Duman, 1999.
 


30.11.2007'da Kahve Molası'nda yayımlanmıştır. (www.kahvemolasi.com)

Hiç yorum yok: