Yazan: Mario Fratti
Çeviren: Özcan Özer
Yöneten: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturgi: Hilmi Zafer Şahin
Sahne Tasarımı: Aysel Doğan
Işık Tasarımı: F. Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı: Aysel Doğan
Efekt: Ersin Aşar
Oyuncular: Caner Candarlı, Esra Ede, Hikmet Körmükçü,
Mert Turak, Murat Taşkent, Senan Kara Tutumluer, Tolga Coşkun, Yalçın Avşar
Aslında hepimiz birer kafesin içinde değil miyiz? Oyun başlarken dile
gelen ilk cümle buydu sahneyi gördüğümüzde… Sahnenin yarısını kaplayan bir
kafes ve onun içinde dışarıda yaşanan hayata sırtını dönmüş bir adam.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Mayıs 2009’da ilk kez sahnelediği bu oyun
İtalyan yazar Mario Fratti’nin ses getiren oyunlarından biri. Yönetmeninin de
şehir tiyatrolarında yönettiği ilk oyun. Sahnede, yaşı göz ardı ederek, genç
bir ekibin olduğunu görüyoruz. Oyuncuların çoğu sizi gerçekten o karakter
olduğuna ikna ediyor çabucak. Sahne düzeni – dekor konusunda coşkulu bir
yorumda bulunamam ancak müzik ve oyunculukları çok başarılı bulduğumuzu
söylemeden de başlamak olmaz oyundan bahsetmeye…
Dünyadan, yaşamın ve bireylerin yozlaşmasından, insanların
ikiyüzlülüğünden, her şeyin çıkarlara dayalı olmasından bunalan Christiano, tüm
bunları protesto etmek, bu sevmediği hayattan uzak durmak için evin ortasında
yaptığı bir kafese kapatmıştır kendini. Sürekli okuduğu ve hatta ezbere bildiği
Anton Çehov’un yapıtlarından yola çıkarak, gündelik yaşamın her anının
anlaşılabilir – anlam kazanabilir olduğuna inanmakta, hayatın her yerini
Çehov’la öngörülebilir kabul etmektedir. Ve elbette ki bu durum “dış dünya”daki
insanların kendisini “deli” zannetmesine yol açmaktadır. Kadınlardan, aşktan, gündelik
sorunlardan, paradan, dünyevi çatışmalardan uzak kalmaya çalışan Christiano, aynı
evde yaşayan ağabeyi Pietro’nun mutsuz bir evlilik sürdüğü Chiara’ya ilgi
duymaya başlar. Onu kafesten çıkarmak için o zamana kadar çaba gösteren Anne,
bu “duygusal” ilişkiyi gözlemesi sonucu, kararını değiştirir, kafesin
anahtarını sürekli ondan uzak tutmaya ve Christiano’nun kız kardeşiyle birlikte
onları kollamaya başlar.
Oyun hemen her zaman çevremizde gördüğümüz o yalnız, kendini ahlaki
çöküntülerle sarılmış hisseden insanları anlatıyor biraz. Hepimizin bir kere
aklından geçmiş olan sözüm ona “çok doğru, çok dürüst” insanlarda bile var olan
o ikiyüzlülüğe kafayı takmış bir adamı anlatıyor. Çocuklarına verdikleri
öğütleri kendileri tutmayan anne – babaları, başkalarında ayıp saydıkları
davranışları kendi sevdiklerinde haklı sayanları (yahut en azından bir bahane
ile temize çıkaranları) kafanıza takanlardansanız siz de, kafesteki adamı
anlamaya bir adım daha yakın oluyorsunuz. Oyuna 1 – 0 önde başlıyorsunuz yani…
Oysa oyun ilerledikçe bütün bunların farkında olmanın, kafayı bu tarz olaylara
“takmanın” kendimize duvarlar ördüren, bizi “iç”imize çeken güç olduğunu
anlıyorsunuz. Bu durumda hayatla skorunuz eşitleniyor, 1 – 1 oluyorsunuz. Sona
doğru ilerledikçe aynı dili konuştuğumuz insanları, “bizim gibileri”,
etrafımıza toplamanın; kendi benzerini aramanın hayatın en temel gerçeği
olduğunu görüyorsunuz. Her şeye rağmen “biz” olmanın “ben” olmaktan daha çekici
olduğu su götürmez gerçek. Ama işte belki de en ince ayrıntısı burada oyunun: Öylesine
yalnızlaşmış ve kabuğuna çekilmiş olunca insan, diğerlerini o “biz”e katma
çabası öyle ağır basıyor ki, bazen sadece bu yalnızlığı delmek için “olmaz”ları
oldurmaya çalışıp bir kez daha hayal kırıklığına uğrayabiliyorsunuz. Üstelik
öylesi bir kırık oluyor ki bu kez, ne kadar yapıştırmaya çalışsanız tutmuyor,
tutunamıyorsunuz.
Öte yandan bir de “dış”ı var bu “iç”in. Bir süre sonra kendinizi içine
hapsettiğimiz o duvarlar – kafesler, öylesine “normal” geliyor ki etrafınızdaki
insanlara, gün gelip siz o kafesten çıkmak istediğinizde, bunun sizin hakkınız
değil, onların size bir lütfu olacağını düşünüyor ve önünüze bir set de onlar
çekiyorlar. Artık o duvarı da geçmek zorundasınız kendi koyduğunuz duvarlardan
başka. Skor 1 – 2 oluyor, yeniliyorsunuz.
Oyun biterken kendinizle çokça hesaplaşmış ve aklımızda bir soruyla
kalkıyorsunuz ayağa: “Aslında hepimiz kendi yarattığımız birer kafesin içinde
değil miyiz?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder