23 Eki 2018

Kafes

Yazan: Mario Fratti
Çeviren: Özcan Özer
Yöneten: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturgi: Hilmi Zafer Şahin
Sahne Tasarımı: Aysel Doğan
Işık Tasarımı: F. Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı: Aysel Doğan
Efekt: Ersin Aşar
Oyuncular: Caner Candarlı, Esra Ede, Hikmet Körmükçü, Mert Turak, Murat Taşkent, Senan Kara Tutumluer, Tolga Coşkun, Yalçın Avşar

Aslında hepimiz birer kafesin içinde değil miyiz? Oyun başlarken dile gelen ilk cümle buydu sahneyi gördüğümüzde… Sahnenin yarısını kaplayan bir kafes ve onun içinde dışarıda yaşanan hayata sırtını dönmüş bir adam.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Mayıs 2009’da ilk kez sahnelediği bu oyun İtalyan yazar Mario Fratti’nin ses getiren oyunlarından biri. Yönetmeninin de şehir tiyatrolarında yönettiği ilk oyun. Sahnede, yaşı göz ardı ederek, genç bir ekibin olduğunu görüyoruz. Oyuncuların çoğu sizi gerçekten o karakter olduğuna ikna ediyor çabucak. Sahne düzeni – dekor konusunda coşkulu bir yorumda bulunamam ancak müzik ve oyunculukları çok başarılı bulduğumuzu söylemeden de başlamak olmaz oyundan bahsetmeye…
Dünyadan, yaşamın ve bireylerin yozlaşmasından, insanların ikiyüzlülüğünden, her şeyin çıkarlara dayalı olmasından bunalan Christiano, tüm bunları protesto etmek, bu sevmediği hayattan uzak durmak için evin ortasında yaptığı bir kafese kapatmıştır kendini. Sürekli okuduğu ve hatta ezbere bildiği Anton Çehov’un yapıtlarından yola çıkarak, gündelik yaşamın her anının anlaşılabilir – anlam kazanabilir olduğuna inanmakta, hayatın her yerini Çehov’la öngörülebilir kabul etmektedir. Ve elbette ki bu durum “dış dünya”daki insanların kendisini “deli” zannetmesine yol açmaktadır. Kadınlardan, aşktan, gündelik sorunlardan, paradan, dünyevi çatışmalardan uzak kalmaya çalışan Christiano, aynı evde yaşayan ağabeyi Pietro’nun mutsuz bir evlilik sürdüğü Chiara’ya ilgi duymaya başlar. Onu kafesten çıkarmak için o zamana kadar çaba gösteren Anne, bu “duygusal” ilişkiyi gözlemesi sonucu, kararını değiştirir, kafesin anahtarını sürekli ondan uzak tutmaya ve Christiano’nun kız kardeşiyle birlikte onları kollamaya başlar.
Oyun hemen her zaman çevremizde gördüğümüz o yalnız, kendini ahlaki çöküntülerle sarılmış hisseden insanları anlatıyor biraz. Hepimizin bir kere aklından geçmiş olan sözüm ona “çok doğru, çok dürüst” insanlarda bile var olan o ikiyüzlülüğe kafayı takmış bir adamı anlatıyor. Çocuklarına verdikleri öğütleri kendileri tutmayan anne – babaları, başkalarında ayıp saydıkları davranışları kendi sevdiklerinde haklı sayanları (yahut en azından bir bahane ile temize çıkaranları) kafanıza takanlardansanız siz de, kafesteki adamı anlamaya bir adım daha yakın oluyorsunuz. Oyuna 1 – 0 önde başlıyorsunuz yani… Oysa oyun ilerledikçe bütün bunların farkında olmanın, kafayı bu tarz olaylara “takmanın” kendimize duvarlar ördüren, bizi “iç”imize çeken güç olduğunu anlıyorsunuz. Bu durumda hayatla skorunuz eşitleniyor, 1 – 1 oluyorsunuz. Sona doğru ilerledikçe aynı dili konuştuğumuz insanları, “bizim gibileri”, etrafımıza toplamanın; kendi benzerini aramanın hayatın en temel gerçeği olduğunu görüyorsunuz. Her şeye rağmen “biz” olmanın “ben” olmaktan daha çekici olduğu su götürmez gerçek. Ama işte belki de en ince ayrıntısı burada oyunun: Öylesine yalnızlaşmış ve kabuğuna çekilmiş olunca insan, diğerlerini o “biz”e katma çabası öyle ağır basıyor ki, bazen sadece bu yalnızlığı delmek için “olmaz”ları oldurmaya çalışıp bir kez daha hayal kırıklığına uğrayabiliyorsunuz. Üstelik öylesi bir kırık oluyor ki bu kez, ne kadar yapıştırmaya çalışsanız tutmuyor, tutunamıyorsunuz.
Öte yandan bir de “dış”ı var bu “iç”in. Bir süre sonra kendinizi içine hapsettiğimiz o duvarlar – kafesler, öylesine “normal” geliyor ki etrafınızdaki insanlara, gün gelip siz o kafesten çıkmak istediğinizde, bunun sizin hakkınız değil, onların size bir lütfu olacağını düşünüyor ve önünüze bir set de onlar çekiyorlar. Artık o duvarı da geçmek zorundasınız kendi koyduğunuz duvarlardan başka. Skor 1 – 2 oluyor, yeniliyorsunuz.

Oyun biterken kendinizle çokça hesaplaşmış ve aklımızda bir soruyla kalkıyorsunuz ayağa: “Aslında hepimiz kendi yarattığımız birer kafesin içinde değil miyiz?”

* Ocak 2010 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: