Yönetmen: Tolga Örnek
Senaryo: Tolga Örnek, Murat Dişli
Oyuncular: Taner Birsel, Ali Düşenkalkar, Halit Ergenç, Sait Genay, Altan Gördüm,
Vahide Gördüm, Seçil Mutlu, Serhat Tutumluer, Onur Ünsal, Uğur Polat, Selçuk Yöntem, Cengiz Bozkurt, Levent Can,
Altan Erkekli, Haluk Bilginer
Yapımcı: Türker Korkmaz
Görüntü
Yönetmeni: Hasan Gergin
Müzik: Demir Demirkan
Yapım: 2008, Türkiye
Siz, hiç, bir umuda
gün saydınız mı? İmkansıza varmak isterken vakit hem çabuk geçmesin, hem de
kanatlanıp uçsun istediniz mi? Siz, hiç, bir şeye inandınız mı?
Sene 1961. Kendi
boyunu ölçmeye çalışan ülke, Türkiye, bir Otomotiv Kongresi’nde yerli üretim
bir otomobil yapma kararı alır. Karar dediğimiz, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal
Gürsel’in verdiği emir... Bu yapım işi TCDD işletmesine verilir, ancak maddi
imkansızlıkların, inançsızlıkların yanında bir başka sorun daha vardır: Süre.
Cemal Gürsel otomobilin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetişmesini ister. İşte
Devrim’in hikayesi böyle başlar.
130 günlük bir
maceradır yaşanan, ama bir ömür boyu hayatlarının mihenk taşı olarak – buruk da
olsa – gururla içlerinde taşıyacakları bir 130 gündür bu, Devrim’i yapan o
mühendisler için. Eskişehir’de Cer atölyesinde hayatların birbirine
perçinlendiği bir yolculuk olur bu 130 gün. Umutsuzların, kötümserlerin,
telaşlıların, küskünlerin, romantiklerin, görmüş geçirmişlerin, çiçeği burnunda
hayallerinin peşinde koşanların... Hepsinin birleştiği yerdir Devrim. Geceyi
gündüze katıp, zamanı koşarken; her zaman kalplerinde taşıyacakları anıları
biriktirirler, hayatı öğrenirler; yanılmayı, direnmeyi, yılmamayı,
çaresizliği...
Ellerinde araba
yapmak için ne bir makine, tesisat ne de yeterli para, eğitim, zaman vardır.
Bir umutları, bir inançları, bir de içlerinde o “olana bitene kafa tutan”
inatçı çocuklar... Bu imkansızlıkların yanında bir de “çar çur edilen paranın”
müsebbibi görülmeleri, inançlarında yalnızlıkları işleri iyice
zorlaştıracaktır. Ama bu insanlar, pes etmeyecek ve Devrim’i yaratacaklardır
hiç yoktan.
Oyuncuların her
biri – incelikle – bir kesimini yansıtıyor toplumun. Genci, yaşlısı,
mükemmeliyetçisi, kötümseri, okumuşu, alaylısı, kibarı, kaba – sabası,
idealisti, umudunu tüketmişi... O zamanları hiç yaşamadım elbet ama tahminim,
zamanın soluğunu oldukça iyi verdiği bize. O işçi tulumları, takım elbiseler,
kravatlar, şapkalar, sigaralar, sokaklar, dükkanlar... Hepsi o zamana
inandırıyor insanı, 1960’ların Türkiye’sinde bir atölyede yaşıyorsunuz o yüz
onbeş dakikayı...
Sene 2008. bir
zamanların “toplu iğne bile üretemeyen” Türkiye’si çok yol aldı. Şimdi ürettiği
pek çok şey var bu ülkenin; ama hala üretemediği umut, inanç. Gökyüzünün mavi
olduğuna, iki kere ikinin dört ettiğine inanıyor da; hala, hala kendine
inanmıyor. – Belki de inanmak istemiyor, ta o zamanlardaki gibi. Ya da sırf o
kendine has cevvalliğinden, küreselleşme, dünyaya açılma ile kendini
geliştirme, kendine inanma, önce kendine güvenip yaratamaya üretmeye çalışmanın
arasındaki o ince çizgiyi, o paha biçilmezliği gereğince değerlendiremiyor. Neticede
jiletten jete her şeyi üretse de, kendine inanmayı, güvenmeyi, birbirine destek
olup önüne açmayı çoğu zaman pek beceremiyor hala.
Ekran kararıyor,
müzik duyuluyor yeniden, oyuncuların, yönetmenin, ışıkçının, çizerlerin, montaj
yapanların, makyözlerin... isimleri akıyor perdede. Ayağa kalkarken
koltuklarımızdan, hepimizin aklından inandıklarımız, hayal kırıklıklarımız
geçiyor belki. Sonra filme damgasını vuran o sözler: “Ya yaparsak?”
Siz, hiç, bir umuda
gün saydınız mı? İmkansıza varmak isterken vakit hem çabuk geçmesin, hem de
kanatlanıp uçsun istediniz mi? Siz hiç her şeyin değişeceğini, emeklerinize
değeceğini düşleyip, sonunu bilmediğiniz bir yola girdiniz mi? Siz, hiç, bir
şeye inandınız mı?
* Kasım 2008 HKMO İstanbul Bülten'inde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder